The Balconettes: Güneşin Altında Kana Bulanmış Feminist Çılgınlık
Merhabalar! Bu yazıda birlikte Noémie Merlant’ın yazdığı, yönettiği ve hatta başrolünde yer aldığı; hem dehşet hem de komedi içeren Les Femmes au Balcon, yani The Balconettes filmini inceliyoruz.
Bazı filmler yavaş ilerler, hikâyelerini dikkatlice açar, karakterlerini ince ince işler. The Balconettes kesinlikle onlardan biri değil. Noémie Merlant, Cannes Midnight seçkisinde prömiyer yapan ikinci uzun metrajında, klimadan yoksun, kavurucu bir Marsilya apartmanında izleyiciyi deliliğin sınırlarına sürükleyerek yolculuğu başlatıyor. Kadın dayanışması, öfke, cinayet (ve bir doz doğaüstü olay) hepsi Pedro Almodóvar’ın neonlarla aydınlatılmış kâbuslarından fırlamış gibi. Almodóvar filmlerini izlerken keyif alanların bu yapımla da bağ kuracağına eminim. 🙂
Filmi özetleyelim: Baskılanmış bir orta yaş kadının, kocasının cehennemî ev içi taleplerine başkaldırarak bir mutfak gereciyle intikam almasıyla hikâyemiz başlıyor. Ancak asıl hikâye, karşı apartmandaki yakışıklıyı gözüne kestiren üç ev arkadaşının başına gelen bir dizi kanlı felaket etrafında şekilleniyor.
Başroldeki üçlü, bizi uçlara sürüklemeye hazır. Sizi de tanıştırayım: Sürekli sahnede gibi yaşayan cam girl Ruby (Souheila Yacoub), içine kapanık yazar Nicole (Sanda Codreanu) ve Marilyn Monroe kılığında eve dönen aktris Élise (Merlant). Erkeklerin dünyasında yolları hiçbir zaman düzgün olmayan bu kadınlar, bir gece istenmeyen bir flörtün trajik bir kazaya dönüşmesiyle kendilerini ceset parçalama sürecinin ortasında buluyor. Ancak bazen ölmek bile bazı adamları uzak tutmaya yetmiyor ve Nicole, hayatının en gereksiz paranormal yeteneğini keşfediyor: ölmüş kadın düşmanlarını görebilmek.
Filmin ilerleyen dakikalarında Élise’in kocasının kontrolcü tavırları daha da belirginleşiyor, Nicole’ün doğaüstü yeteneği giderek rahatsız edici bir hâl alıyor ve Ruby’nin sınır tanımayan özgüveni onların başını daha da belaya sokuyor. Tüm bunlar olurken Merlant, hikâyeyi bir mantık çerçevesinde tutmaya çalışmıyor—ve bu aslında filmin en büyük avantajlarından biri. Film, mantık yerine hislerle ilerliyor; güneşin altında, sıcağın ve terin içinde sıkışmış karakterlerin aldığı her karar, onların çaresizliği ve öfkesiyle birleşerek izleyiciyi kaotik dünyasına çekiyor.
Merlant’ın filmi, absürd komediden korkuya, melodramdan doğaüstüne hızla geçişleriyle tam bir duygu yolculuğu. Élise’in stres kaynaklı gaz problemlerinden doğan mizahi sahnelerle, kadına yönelik şiddetin farklı biçimlerini gösteren gerilimli anlar iç içe geçiyor. Evet, ne alaka? diyebilirsiniz. Ama izleyince bir şeyler mantıklı gelecek. 🙂
Bazı sahnelerde grotesk bir eğlence hâkimken, bazı sahnelerde ise film, toplumsal mesajlarını daha net bir şekilde veriyor. Özellikle Élise ve Paul arasındaki otel odası sahnesinde tacizin yalnızca fiziksel değil, duygusal ve psikolojik boyutlarının da olduğu etkileyici bir şekilde ortaya konmuş.
Görsel anlamda film oldukça çarpıcı. Evgenia Alexandrova’nın kamerası, Marsilya’nın boğucu sıcağını, apartmanların sıkışıklığını ve karakterlerin klostrofobik dünyasını kusursuz bir şekilde yansıtıyor. Özellikle balkonlardan diğer dairelere yapılan geçişler, Hitchcock’un Rear Window filmine ince bir selam niteliğinde. Evgenia’nın bu işinden önce Heartless (Sem Coração) adlı filmini izlemiştim. Yönetmenliğini Nara Normande ve Tiao’nun yaptığı o filmde yarattığı görsel dünyadan da çok etkilenmiştim, bunda da. Sinemada kadın görüntü yönetmenlerinin değerini daha çok bilmek gerekiyor bence. 🙂
Merlant, uzun metraj yönetmeni olarak ikinci filminde özellikle kadın dostluğunu, dayanışmayı ve erkek egemen dünyada hayatta kalma mücadelesini her sahnesinde hissettirmiş. Céline Sciamma ile Merlant, senaryoyu birlikte yazdı. Kabakçığın Hayatı diye bir animasyon vardı, hatırlarsınız belki—Sciamma, onun yazarlarından biri.
Sonuç olarak, The Balconettes, her anı ter, kan ve çılgınlık dolu, feminist bir öfke patlaması. Noémie Merlant, disiplinli bir hikâye anlatımından ziyade doğrudan duygulara ve hislere hitap eden bir film yaratmış. Bu film belki herkesin seveceği türden değil ama enerjisi, cesareti ve kadın hikâyelerine getirdiği bakış açısıyla kesinlikle dikkat çekici. Cannes Midnight seçkisinde yer alması da tesadüf değil. 🙂 Merlant’ın hem kamera arkasında hem de önündeki başarısıyla, özellikle kadın yönetmenlerin özgün seslerinin sinemada nasıl fark yaratabileceğini bir kez daha göstermiş.
Mısırlar patladıysa sizi, harika renkler içerisindeki bu vahşi, komik çılgınlıkla baş başa bırakıyorum.
Bu arada, filmin kurgusu Julien Lacheray, sanat yönetmeni Léa Cammarata, müzikleri ise Uele Lamore’ye ait. Yani kadınlar, kadınlar, kadınlaaar! <3
İyi seyirler!
The Balconettes: Güneşin Altında Kana Bulanmış Feminist Çılgınlık