Poor Things: Altın Kafeste Bir Mahkum
Yorgos Lanthimos, son filmi Poor Things’i (2023) neredeyse tamamen siyah-beyaz ve fiziksel bir anlatıma dayalı bir reji ile açıyor. Bu açılış bloğunda daha sonradan renklenecek ve kafa açıcı bir tecrübeye dönüşecek filmin emeklemesini izliyoruz sanki. Filmin yetişkin bir bedende büyüyen bir bebeği odağına aldığını düşünürsek Lanthimos’un aşama aşama gelişen bir sinema icra etmesi, pek de şaşırtıcı bir tercih değil. Venedik’te Altın Aslan’ı kazandığından beri katıldığı her festivalde, vizyona girdiği her ülkede ününe ün katan Poor Things’in bir sanat eseri veya bir trend olarak bu açıdan filmin anlatısı ile ortak bir kadere sahip olduğunu düşünüyorum. Sürekli aynı kelimelerle tanımlanmaya çalışılan, sadece konusu söylendiğinde bile hemen bir alıcısı çıkan ve her türlü mecradan övgü üstüne övgü alan filme sanki hakkında aldığımız ilk duyumlardan, onunla ilgili gördüğümüz ilk emarelerden kuvvetle hemen tutulmuş gibiyiz. Mümkün olan en kısa sürede tüketme ve ardından değerlendirmeye dayalı bu heyecan kültürünün şüphesiz en acı taraflarından biri, esere atfedilebilecek her türlü ifadeyi peşinen harcayarak hakkında dönen tartışmaları yalnızca beğeni kıstası ile sınırlandırması. Her şeyin tahmin edilebilir ve çoktan eskimiş hissettirdiği bu atmosferde külfete girerek Poor Things’i incelemeye koyuldum ve film üzerine düşündükçe Lanthimos’un bu kısır döngüye karşı benzer bir yılgınlık ve aynı zamanda ilginç bir özdeşlik ile yaklaştığını fark ettim.
Lanthimos’un sineması ile ilgili oldukça kapsamlı ve fazlasıyla doğru bir okuma duymuştum. Özetle yönetmenin kariyeri boyunca nereden geliyor olursa olsun ait olmadığı bir dünyanın kapılarını aralayan ve oraya hâkim olmaya çalışan karakterleri anlattığı söyleniyordu. Dogtooth’ta (2009) evin dışını, The Lobster’da (2015) ormanı ve The Favourite’ta (2018) sarayı önce anlamaya, sonra kendi doğasına uyarlamaya çalışan karakterleri hatırladıkça bu görüşe yalnızca daha çok hak verirken buldum kendimi. Ve Poor Things’te bu işgal edilesi, tanımlaması zor alan dünyanın ta kendisi olduğu için bu okumanın kapsamını daha da genişletmek gerektiğine inanıyorum. Hikâyeyi biliyorsunuz, esasında bir deney ürünü olan ve uzunca bir süredir Dr. Godwin Baxter tarafından evde tutsak edilen Bella; cazibeli Avukat Duncan Wedderburn’ün aklını çelmesi ile Lizbon’dan başlayarak ufak çaplı bir dünya turuna çıkıyor. Duncan eşliğinde şehirde yaptığı küçük turlardan ve “coşkulu zıp zıptan” sıkıldığında odasını ilk kez yalnız başına terk eden Bella ile biz de bu dünyayı tanımaya başlıyoruz. O ana dek Londra’daki sahnelerde karşılaştığımız tavanına gökyüzü çizilmiş odalar, kulaklı aynalar, üzerlerine şehir manzaraları işlenmiş yastık kaplamalı duvarlar gibi birçok tasarım; korunaklı bir alan oluşturmak isteyen Dr. Godwin’in bir bakıma dünyayı kendi filtresinden geçirerek Bella’ya sunmasına yardımcı oluyordu. Ancak Lanthimos’un bilinmeyeni cazip kılma yeteneği, her zamanki gibi burada da hikâyeyi bir adım öteye taşıyor. Londra’nın kasvetli havasından kopup Lizbon’un sokaklarında gezindikçe çok renkli bulutların donattığı, kare hızı artırılmış teleferiklerin etrafı turladığı tezatlarla dolu fakat her haliyle izlemesi eğlenceli bir dünyaya adım atıyoruz. Bu retro fütüristik atmosferi kurmak için bazen çizilmiş arka planları, bazen 3D ortamda hazırlanmış mekanları, bazense minyatürleri kullanan Lanthimos’un yeni ve eskiyi hem teknik hem de anlatısal formda bir araya getirdiğini söylemek yanlış olmaz.
Poor Things’in en ilginç taraflarından biri, içinde bulunduğu kurgusal evreni temellendirmek ile asla uğraşmaması. Bella, bu yüzden dış dünyayı bir bilmece gibi algılayıp bunca zamandır Dr. Godwin tarafından tam olarak neden korunduğuna, sakınması gerekenin ne olduğuna dair cevaplar arıyor. Ve ilginçtir ki, Lanthimos belki de ilk kez kendini anlatının dışında tutarak karakterin onu yönlendirmesine izin veriyor. Bella’ya yetişmeye çalışan yönetmenin yakınlaştırma (zoom in) ve uzaklaştırma (zoom out) başta olmak üzere ani kamera hareketleri kullandığını görüyoruz. Bella’ya endekslenmiş bu reji, karakterin devleşmesine müsaade etmesine rağmen onun gelişmesinde rol oynayan anlara köşeli birer parantez açmamaya özen gösteriyor. Bu tercih, karakteri keşfetmeyi daha keyifli hale getirse de eylemlerini bir mantığa bağlamayı zorlaştırıyor. Böylelikle karşılaştığı her şeyden beslenen, kümülatif bir gelişim yaşayan Bella’yı gitgide hem daha az hem daha fazla anlıyoruz. Bize inanılmaz berrak bir şekilde yansıtılan karakter hakkında halen böyle bir kafa karışıklığı yaşıyor oluşumuz; bizimle aynı çelişkilerden mustarip ve çareyi Bella’yı hapsetmekte bulan erkek karakterler (Dr. Godwin Baxter, Duncan Wedderburn, Alfie Blessington) ile aramızda ilginç bir ortaklık kuruyor ve bazı sorular baş gösteriyor: Doğumuna ve hatta öncesinde ölümüne şahit olduğumuz Bella’yı keyifle seyrederken aslında onu kendi göz hapsimize alıp fetişize etmiş olabilir miyiz? Veya henüz bir çocuk aklına sahipken dışarıya salınan karakterin modern dünya ahlakıyla çatışmasını kahkahalarla takip etmemiz, onun varoluşunu (ekrandaki mevcudiyetini) travmalara yaslamış olduğumuz anlamına gelir mi? Bu birtakım rahatsız edici sorgulamalar, bizi Poor Things’in çıkışından beri sürekli dile getirilen erkek bakışı (male gaze) sorunsalına götürüyor.
Lanthimos’un kamerası hakkında kesin bir okuma yapmadan önce görsel sanatlardaki “bakış” kavramının üstünden geçmek gerek. 1943’te yayımlanan Being and Nothingness adlı eserinde belirttiği üzere Jean-Paul Sartre, izlendiğinin farkında olmayan bir kişiye bakmanın psikolojik temelini sosyal hiyerarşiye dayandırıyor. Eylem devam ettikçe seyredilenin ister istemez hareket eden bir objeye dönüştüğünü ve pasifleştiğini, gözetleyenin statüsünün ise eşit oranda güç kazandığını söyleyen Sartre’ın ifadeleri; daha sonra feminist teori ışığında sinema medyumu için tekrar değerlendiriliyor. Film teorisyeni Laura Mulvey, bakma eylemini cinsiyet rolleri ile bağdaştırıyor ve sinemadaki karşılığını iki perspektif ile ele alıyor: Objeyi, teorinin öne sürdüğü üzere kadını, seyreden karakterler ve filmi perdede izleyen seyirciler. Mulvey’e göre erkek bakışı, kadın temsillerinin bu iki öznenin heteroseksüel dürtülerine veya sadistik ihtiyaçlarına yönelik tasarlanması durumunda ortaya çıkıyor. Asıl konumuz olan Poor Things’e dönecek olursak film boyunca Bella’yı takip eden, onu en mahrem anlarında kameraya alan Lanthimos’un bakışına dair kafa karışıklıklarını anlayabiliyorum. Öncelikle yönetmen; erkeklerin fantezilerini sürekli yerine getiren, istismar ediliyor olsa bile her türlü deneyimi yaşamaya heveslenen karakterin film içinde bir arzu nesnesi olmasına izin veriyor, orası kesin. Ancak Lanthimos’un buradaki amacının -aynı filmdeki diğer erkekler gibi- Bella’yı objeleştirmek olduğunu düşünmüyorum. Feminist teorinin öne sürdüğü üzere kadın tasvirlerini seksüalize etmek için genel olarak uzuvları öne çıkaran ve erotizmi önceleyen bir reji kullanılıyor. Bella’nın geçirdiği cinsel dönüşüme baktığımızda seks sahnelerinin sıklıkla hızlı bir montaj sekans içinde, bolca kesmeli bir kurgu ile ve absürt bir yaylı müzik eşliğinde canlandırılması tercihini gözden kaçırmamak gerek. Bilhassa genelev sekansında müşterilerin önce odaya girerken görünümlerine aşina oluyor, sonra Bella’dan -ve vücudundan- istediklerini öğreniyor ve en sonda ise apar topar kapıdan çıkışlarını seyrediyoruz. Lanthimos, odadaki fil (seks) ile olabildiğince az ilgilenmesinin yanı sıra bu sahnelerde çoğu zaman erkeği ve onun eylemlerini seyrederek Bella’yı pasifize etmekten kaçınıyor. Filmin böyle anlarda sıklıkla ortaya çıkardığı mizahını ise erkeklerin saçma sapan arzularla dolu, çoğu zaman çirkin ve -takdir edersiniz ki- fazlasıyla banal varlıklar olarak resmedilmesine bağlıyorum. Yönetmenin kullandığı tüm enstrümanlar bir araya geldiğinde bu karakterlerin Bella ve onun hedonizmi için birer eğlence ve gözlem malzemesi olarak işlev gördüğü netleşiyor. Fakat bana kalırsa Lanthimos’un titizlikle tasarladığı sinema dilinin asıl alametifarikaları, her şeyden önce bir uyarlama oluştururken aldığı bazı kararlar ve bile isteye verdiği birtakım riskli kararlarda kendini belli ediyor.
Lanthimos’un yarım bir sadakat besleyerek sinemaya taşıdığı Alasdair Gray imzalı kitap, esasında anlatı içinde anlatı tasarımını kullanan meta çağrışımlara sahip bir metin. Öyle ki, filmde izlediğimiz hikâye aslında kitapta kurgusal bir yazar tarafından bulunan ve gerçeğin fantastik bir formda anlatıldığı sahte bir öyküden uyarlanıyor. Kitabın epilog kısmında uzun uzun deşifre edilen ve daha önce okuduklarımızın adeta üstünü karalayan cüretkâr epilog kısmı, Poor Things’in tüm o tuhaf dünyasına rağmen gerçeklere ne kadar sırtını yaslayan bir hikâye olduğunu gösteriyor. Filmde Lanthimos’un tüm anlatısının içini deştiği ve kurduğu özgürlük alanını terk ettiği böyle bir hamle yapmasını zaten beklemiyordum. Ancak kitabın son çeyreğinde Bella’nın politik bilincini, bilhassa sosyalist kimliğini karakterin kendi anlatımıyla inceleyen kısımlar; filmde çabucak toparlanan üçüncü perdede eksikliğini oldukça hissettiriyor. Zira kitapta karşılaştığı sorunları ve siyasi ideolojilerin tüm bunlara karşı nasıl çözümler sunduğunu sesli bir şekilde sorgulayan Bella, filmdeki yolculuğunda bu düşünsel süreci -orijinal metne kıyasla- daha kontrollü ve yüzeysel bir şekilde akan epizodik tasarım içinde yaşıyor. Ancak Lanthimos, Gray’in Bella’yı gerçek ve kurgusal düzlemlerde kullandığı ve epilog kısmında onun yolculuğunun patriyarkal düzendeki karşılığını değerlendirdiği metninden uzaklaşarak -ilginçtir ki- daha özgürleştirici bir anlatım kuruyor. Gray’in Bella’yı her yönüyle incelemesine rağmen onu kitabın çerçeveli anlatımına sıkıştırarak günün sonunda adeta bir tema olarak hayatta tuttuğunu ve hep başka perspektiflerden masaya yatırdığı kanısındayım. Lanthimos ise Bella’yı çok daha derin bir karakter haline getirecek ama aynı zamanda hikâyenin inandırıcılığını acımasızca yok edecek bu anlatımı reddedip kitapta bize bir fantezi olarak yansıtılan dünyada kalmayı seçiyor. Filmde sürekli karakterin tepkilerini ölçmeye çalışan sinematografiyi de göz önüne aldığımızda Lanthimos, Bella’yı izlemek uğruna onu anlamaktan vazgeçiyor sanki. Burada bana kalırsa önce kendi zaaflarının, sonra da sinemanın yetersizliklerinin farkına varmış bir ustanın yaptığı bir fedakârlık söz konusu. Zira yazımın başında bahsettiğim üzere Poor Things’i bir an önce izlemek ve hakkında konuşmak için heveslenen fakat günün sonunda filmin yarattığı tartışma ortamını istemsizce kurutan bizler ile Lanthimos’un sahiplendiği heyecan neredeyse aynı. Konunun kendisine başka açılardan yaklaşmak, özden uzaklaşıp ona etraflıca bakmak yerine onu muhafaza etmeyi tercih ediyoruz. Bella’yı nereden görürse görsün onu hep belli bakışlara hapsettiğini fark eden Lanthimos’un kaçış yöntemi belki de budur: Karakteri, dolayısıyla da onu seyreden seyirciyi, içinde özgür olduğuna inanacağı altın bir kafeste yaşatmak.
Poor Things: Altın Kafeste Bir Mahkum