Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Finally Dawn: Sinemam ve Ben

Finally Dawn: Sinemam ve Ben

Yazar: Ömer Acıoğlu

Finally Dawn: Sinemam ve Ben

Sinemayı nasıl tanırsınız? Sinema sizin için neyi ifade eder? Benim için sinema büyülü, cezbedici ve olağanüstü bir dünya. Ama bunları bir tarafa bırakırsak sinema, aynı zamanda da zorluklarla çekilen, kibirli bir dünyadır aynı zamanda. Bir madalyon gibidir yani; hem bir rüya, hem de bir kabustur.

2015 yılında Kadıköy’de Rexx Sineması’nda hayranlıkla seyrettiğim sert bir evlilik ve aile dramı olan Hungry Hearts (Aç Kalpler, 2014) filmi ile aklımızı çelen yönetmen Saverio Costanzo, Finally Dawn (Finalmente l’alba) filmiyle bu sefer sinemaya bir mektup yazıyor. Hem acı, hem tatlı, hem de ekşi bir tadı var bu mektubun.

Film, sinemanın altın çağı olan 1950’li yıllarda, Napoli’de geçiyor. Ama filmi anlatmadan önce 1950’li yıllarda yaşanan sinema olaylarını anımsatmak gerekir. Vittorio de Sica, Federico Fellini, Roberto Rossellini ve Marco Bellocchio gibi İtalyan yönetmenler, “İtalyan Yeni Gerçekçilik” akımıyla ülkede yaşanan kepazeliklerini, açlığı ve çalkantılı hallerini çıplak bir gerçekle halka göstermeye çalışırken, William Wyler, Billy Wilder ve Victor Fleming gibi Amerikalı yönetmenler ise halka 3,5 hatta 4 saat boyunca eğlenceli, heyecan dolu bir sinema serüveni yaşatmaktaydı. Bu film ise sinemanın büyüsünden, sinemanın kabusuna ilerleyen bir film.

Nişanlanmaya hazırlanan genç kadın Mimosa (Rebecca Antonaci), İtalya’nın en büyük stüdyosu olan Cinecitta’da çekilecek epik bir Amerikan filminin oyuncu (figüranlık) seçmelerine ablasıyla birlikte katılır. Başta figüran olarak seçilemeyen Mimosa, bir yerde büyük bir hayranlık duyduğu Josephine’le göz göze gelirler. Daha sonrasında Mimosa, filmi bırakan bir oyuncunun yerine geçmekle de kalmaz, Josephine, Sean ve İtalyanca konuşan Amerikalı şoför Rufus ile birlikte önce bir restoranda, sonra da bir partide unutulamayacak bir gece yaşar. Fakat bu yaşadığı o gece, Mimosa’nın hayatını ve hayallerini sarsacak bir gece olur.

 

İtiraf etmem gerekirse, bu filmdeki anlatımına ve anlatım tekniğine bayıldım. Bu ikisini iki kısım olarak anlatacağım.

Bir kere hikayesine ve senaryo tekniğine bayıldım. Siyah beyaz açılan bu filmin, renkliye geçmesiyle bambaşka bir hikayeye sahip oluyor. Bunun dışında hikaye ilerledikçe, sinemanın bu capcanlı, serüven dolu bir dünyaya sahip olmasının yanında, aslında nasıl kibirli, acımasız ve bazı konularda nasıl saklı bir sektör olduğunu gösteriyor.

Anlatımdaki tekniği de göz önünde bulundurursak, öncelikle filmin görüntü yönetmenliğinden başlamak gerekiyor. Filmin görüntüleri, Tayland sinemasının en ünlü (belki de tek ünlü) görüntü yönetmeni Sayombhu Mukdeeprom’a emanet edilmiş. Aynı zamanda Luca Guadagnino ve Apichatpong Weerasethakul’un gözdesi olan Mukdeeprom, sektörün acımasızlığı ile sinemanın büyülü anları arasında bir dengede durmayı sağlayan eşi benzeri olmayan bir sinematografiye imza atmış. Üç farklı ölçekte (1.66., 2.00 ve 2.39) ve üç farklı renk tonunda çekilen bu filmin işçiliğinde kesinlikle Sayombhu Mukdeeprom’u takdir etmek gerekiyor. Bir de filmin çekildiği yer olan Cinecitta stüdyosunun bu filmle hem canlı, hem de bu kadar solgun bir şekilde gösterilmesi ise göz kamaştırıcı. Bu kadar göz kamaştırıcı olmasının altında ise filmin sanat yönetmeni Romolo Pompa’nın dokunuşunda yatıyor. Son derece zarif ve son derece gizemli bir dokunuşa sahip.

Bunların dışında bir de Francesca Calvelli’nin kurgusunu da anmadan geçmemek gerekiyor, çünkü bu kadar güzel ve akıcı bir geçişe sahip olmasaydı, belki de bu kadar güzel bir filmi seyretmemiz mümkün olmayabilirdi. Massimo Martellota’nın gizem dolu müziği için aynı şeyleri söylemek mümkün.

Oyunculuklar konusuna gelirsek, işte orası anlatım kadar şahane bir kısma sahip. Josephine’i oynayan Lily James, hem gizemi, hem kendine güveniyle neredeyse olağanüstü bir tasvir çizmiş. Lily James’i bu filmdeki karakteri, duruşu ve güveniyle tam anlamıyla Grace Kelly’e benzettiğimi söylemek istiyorum. “İyi Kalpli” şoförü canlandıran Willem Dafoe da olağanüstü oynamış. Onun dışında Mimosa’yı oynayan Rebecca Antonaci, bu filmdeki rolünün hakkını kısmen vermiş. Kısmen diyorum, çünkü toy haliyle ki heyecanını, hayal kırıklığını göstermeyi ihmal etmemiş ama çok da derin bir anlatıma da sahip olamamış gibi de.

Sanıyorum ki yavaşça toparlamamız gerekiyor. Finally Dawn gerçekten büyülü, ama bir o kadar gizemli bir film. Sinemanın taktığı o büyülü, rengarenk ve gönül çelen maskelerinin altında sakladığı gizli yüzünün varlığını söylemek ile kalmıyor, aynı zamanda da bu dünyaya sevgiyle iz bırakıldığını da dile getiriyor. Bu kadar zarif, bu kadar güçlü ve bu kadar esrarengiz bir sinema arayanlar için bu filmi şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü bu film, bu yılın cevherlerinden biri.

Finally Dawn: Sinemam ve Ben

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...