Atlanta: Şehir ve Ardındakiler
D. Scot Miller’a göre sürrealizm, “gerçek dünyanın, onu yaşayan biri tarafından organik bir şekilde bağlamından koparılması” olarak akımın Avrupalı temsilcileri tarafından genele tanıtılmıştı. Miller, 2009’da yayınladığı manifestoda buna cevap niteliğindeki bir alt türün açılımını yaptı. Derdi şimdiyle, geçmişle ve gelecekleydi. Daha mistik ve imgesel olanla, günlük tecrübenin kendisiyle, Afro-sürrealizmle…
Donald Glover, bu tanımdan 7 yıl sonra yazarlığını ve yönetmenliğini Hiro Murai ile paylaştığı Atlanta’nın ilk sezonuyla çıkageldi. ABD’nin en yüksek siyah ve Afrikalı Amerikalı nüfusuna sahip şehirlerinden biri, hem dizinin ismini hem de gözlem merkezini oluşturuyordu. Miller’ın 10 maddede tanımladığı Afro-sürrealizm ise belki de ilk kez tuhaf, karmaşık ve satirik ruhunu tümüyle sahiplenen bir görsel-işitsel deneyim imkanı buldu.
Kaygan Bir Anlatı Zemini
Atlanta’nın dört sezon ardından kasım ayında verdiği finalin hiçbir ihtişama ya da veda hissine sahip olmadan gelip gitmesi elbette ki bir tesadüf değil. Ardında binbir türlü anlam karmaşası yaratan, bölüm bölüm sürekli odağı değişen bir dizinin tek ve büyük bir amaca hizmet ediyor olması fikri, Glover’ın senaryolarına karşı bir tehdit çünkü. Atlanta, ne olursa olsun hep kendisiyle, onu yapanlarla, ait olduğu kökenle ve tüm bunların zamanla daha karmaşık hâle gelmesiyle ilgili. Sosyo-kültürel bir tarihi ise geçmişin travmalarından, geleceğin buruk beklentilerinden arındırarak tam şu anda, burada olanla irdelemek belki en riskli ama aynı zamanda öfkesini en çok açığa çıkarabileceği yol. Glover için de tüm mesele bu: Taze, garip ve anlamsız gelen her olayı kendi kurgusal gerçekliğine uyarlayıp orada tüketebilmek.
Glover’ın oynadığı Earn karakteri, şarkıları yavaştan duyulmaya başlamış kuzeni Alfred’in menajeri olmak için kolları sıvayınca ister istemez bunun aşama aşama tonu yükselen bir başarı öyküsü olacağı sanılıyor. Ancak dizide konvansiyonel bir hikâye anlatımına rastlamak son derece zor, zira Afro-sürrealizmin ırk, dönem, kişi ve disiplinler arası gidip gelen akışkan yapısı, bölüm tasarımlarının temelini oluşturuyor. Bir bölüm, Earn’ün ailesini kampa götürdüğü ormanlık alanda partneri ile olan ilişki draması hakkında iken hemen bir sonraki, alternatif bir gerçeklikte Disney çalışanlarına terör estiren siyahi bir yöneticinin politik bir Goofy animasyon filmi yapmaya çalışmasını belgesel formatında anlatabiliyor.
İhtimaller Sonsuz
Atlanta her şeyden önce zamanın değerini çok iyi bilen bir dizi. Hem kültürel olarak açılımlarını yakalayacağı hem de absürt bir karmaşa olarak kullanacağı zamanın… Gerçek dışı stilinin ve Glover’ın Twitter’da “yalnızca Sopranos’un ölçüşebileceği üst kalite televizyonculuk” olarak adlandırdığı yapım kalitesinin karakterlerine yoğun bir insancıl gözlük altından bakabilmesi çok özel o yüzden. Her şey hakkında olup çok küçük şeylerin de hesabını yapabilmek, herhangi bir öykücünün altından kalkabileceği bir yük değil çünkü Atlanta’da.
Ansambl oyuncu yönetimine sahip bölümlerin haricinde ana karakterleri tek başlarına takip ettiğimiz de oluyor. Atlanta’nın hiçbir şekilde yaşam veya kişilik sınırlarını çizmediği karakterlere açtığı bu yeni kapılar, büyük açıklamaları beraberinde getirmiyor tabii ki. Aralarından birinin orta okulda yaşadığı bir sınıf anısı, çiftlik evine alışma süreci veya Amsterdam sokaklarında Jollof pilavı yapan bir restoran bulma uğraşı, dizinin evrenini göründüğünden çok daha fazla genişleten anlara ev sahipliği yapıyor. Miller, akıma mensup sanatçıları altıncı maddede “yüksek maaşlı kısa dönem çalışanları” olarak tanımlarken bundan bahsediyordu sanki. Zira Glover’ın sadece tek bir ifade alanıyla yetinmeye kesinlikle tahammülü yok.
Dönemsel Perspektifte Saklı Müzik
Çok daha yakın bir örnek olması açısından söylüyorum, 2020’de başlayan Gibi’de de karakterlerin araftalık durumu; işleri, aileleri ve geçmişlerine sinmiş önemsizlik hissi sık sık dikkatimi çekiyordu ve istemsizce Atlanta ile benzerlikler kuruyordum. Ama sonradan fark ettim ki, Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’nin senaryolarında günümüze yetişmeye çalışan bir grup arkadaşın -tam aksi şekilde- günümüze hiç de yetişememiş mahallelerine, ülkelerine bakışı; Glover’ın bir ırkın ruhunu incelerken takındığı rastgelelik ve şu andalık hâline, en çok da politik satirine hiç mi hiç benzemiyor. Gibi, nasıl Türkiye’yi fantastik bir komedi malzemesi olarak kullanıyorsa Atlanta, ABD’nin aslında o kadar da “birleşik” olmadığını fısıldıyor sanki konuk olduğu her sokak köşesinde.
Yeni anlaşılan, durmadan topluluğunu genişleten ve hızla üretimi artan rap dünyası ise Atlanta’nın uğrak noktası. Dizi, sıradan bir müzik kariyeri hikâyesi üzerinden akmak yerine 21. yüzyılın getirdiği her türlü hevesin, para kaynağının ve üçkağıtın merkezi olarak görmeye çalışıyor sektörü. 2Pac’ın hayaleti bir cenaze töreninde dolanırken A$AP Rocky’nin sesi kulislerde yankılanabiliyor. Siyah kültürünün oluşturduğu yeni ve eski ikonlar Atlanta’nın tüm kenarlarına gizlenmişler. Her bölümün başında karşılaştığımız bu bulmaca, sabit bir kamera çekimi süresince çalan rap müziği nakaratı bitmeden dizinin logosunu ekranda bulmaya davet ediyor seyirciyi. Kırık bir dikiz aynası, sokak tabelası, basketbol sahası… Her biri bu küçük meydan okumaların merkezi ve bir yerlerinde o beyaz renkli ve kalın köşeli fontu barındırıyorlar. Sektörün hızla değişen yapısına ve rap’in bir kültürel miras olarak temsiline dair harika bir sahneleme fikri bu. Çünkü aynı müzik türünün kendisi gibi Atlanta da kısacık dönemlerden oluşan, eğri büğrü bir temsiller bütünü.
İmgesel İllüzyon
D. Scot Miller, manifestosunun ikinci maddesinde görünenin ötesinde tezahür etmeye çalışan bir dünya olduğunu ve Afro-sürreal yaklaşımın -görevi gereği- onu ortaya çıkarmaya çalışacağını söylüyor. Atlanta da bu davetsiz etkileşimlerden muaf değil. Bazen bir gece kulübü çıkışı görünmez bir araba insanların üstünden geçebiliyor veya bir Alman festivalinin kutlandığı bölgenin çöplüğünde gizemli bir yaratık belirebiliyor. Dizinin kurduğu bu anlar, Miller’ın tanımladığı bilinmezliğin ötesinde bir kültürün, dönemin veya fenomenin görsel bir yansıması olarak ortaya çıkıyor.
Glover, “şimdiye” sığdırmaya çalıştığı anlatısını günümüze kalan illüzyonlarla çakıştırıyor sanki. Derdi, doğa üstü elementlerin karakterler üzerindeki etkilerini gözlemlemek değil çünkü neredeyse hiçbiri, senaryodaki bir eylem sonucu aktif hâle gelmiyor. Sonbaharda dökülen bir yaprak, kışın donan bir göl ne kadar doğal ise tüm bu tuhaf karşılaşmalar da Atlanta’da kurulan evrenin birer parçası. Glover, birçok röportajında gerçek amacının bir siyahi olarak gündelik hayatta hissettiği tüm gariplikleri çerçevelemek olduğunu söylüyor. 4. Sezonun yayın tarihi duyurusu için hazırlanan teaser, dizinin bizim bildiğimiz dünyaya yabancı ruhunu bu açıdan iyi özetleyen bir çalışma.
10 Kasım’da yayınlanan final bölümünün lafı hiç dolandırmadan “Rüya mı yoksa gerçek mi?” sorunsalı etrafında tartışmasını sonlandırmak istemesi beni hiç şaşırtmadı. Atlanta sahiden de en basit ikiliklerin üst üste binmesiyle hayat buldu ve verdi. Çığlığı ne kadar uzaklarda duyuldu bilmiyorum ama kurduğu ve bile bile yıktığı her anlatı, televizyon formatının özgürlüğünü sonuna kadar kullanan bir dizi bıraktı geriye. Miller, yabancı bir dünyadan bahsetmişti. Onu ancak bu şekilde ziyaret edebilirdik. Görünmeyen mucizeleri hissedilebilir kıldığı için teşekkürler, tüm şehre ve ardındakilere…
Atlanta: Şehir ve Ardındakiler