Guillermo del Toro’s Pinocchio: Geçmişin Oyuncakları
H. P. Lovecraft, kendi yaratıklarını “hem okuyucu hem de karakterler tarafından anlaşılmaz birer canlı” olarak tasarlamıştı. Hikayelerinde kozmik ya da dünyevi olan, her koşulda dehşet saçabilirdi ve biçim bu yüzden önemsizleşti. Sadece ifadeler ve duygular, eski halleriyle kalabildi. Anlamadığını hissedebilen gözler çöktü üstümüze ve sadece zarar görmüş bilincimizle baş başa kalabildik.
Guillermo del Toro, karakterleri dünyayı da kurtarsa, toplama kampından da kaçıyor olsa onların yaşadığı dehşetin somut tezahürlerini aradı hep. Lovecraft’ın ortaya çıkardığı “anlaşılmayan korkusu”, sinemasında gotik birer masala kaynak oldu. Del Toro, balık benzeri bir yaratığın insanla aşkından ve bir büyücünün şöhret yolculuğundan sonra Mussolini İtalya’sında doğan bir Pinocchio ile çıkageldiğine daha aydınlık bir yere doğru gittiğini hissettim. Yanıldığımı düşünmem uzun sürmedi. Gepetto Usta, o ağacı bu sefer yalanların kimsenin burnunu uzatmadığı bir dönemde kesecekti. Başının üstünden geçen uçaklar susmaz, içindeki evlat acısı dinmezken…
Pinocchio, del Toro’nun uyarlamasında coğrafyasına, etrafındakilere inat capcanlı. Aklına geleni bağırmanın ölüm sebebi olduğu bir yerde bir türlü ölemeyen heyecanlı bir çocuğu takip etmenin hevesi del Toro’ya da geçmiş. Stop-motion tekniğiyle ortaya çıkardığı karakterlere ve setlere azıcık bakmak bile bunu kanıtlıyor. Her şeyden önce güzel gözüken bir film bu. Öyle güzel, öyle çocuksu ki, del Toro’nun hep sapmak istediği o mutlu sonların, umutlu geleceklerin şansı çok daha büyük ama faşizm her kapı arkasında, soluğu ise elbette Pinocchio’ya da siniyor.
Annesine ve babasına ithaf ediyor filmi del Toro. Pinocchio, doğru ve yanlış sözleriyle bir aile rolünü kabullenmek hakkında. Gepetto, kaybettiği oğlu Carlo’nun yasını bir tahta parçasına üflerken aradığı şey, koşulsuz bir bağlılık. Bunun mümkün olamayacağını ona tuhaf bir paralellik ile söylemeye çalışıyor del Toro. Sağ faşizan yönetimin Pinocchio’yu, ipleri olmayan bir kuklayı nasıl kullandığıyla/kullanabileceğiyle ilgili dönemsel bir perspektiften değerlendiriyor baba olmayı ve getirdiği sorumlulukları. Çünkü bazı babalar, bir oğlun değil, milyonların sadakatiyle ilgileniyor.
1881 klasiğinin yalın metnini koruyarak onu aynı zamanda politik bir söylem aracı olarak görmek, del Toro sinemasının zamansız ve yaşsız yapısının her filmde verdiği armağanlardan biri. Ustanın çocukluğuna, ailesine ve hatırlanmak istenmeyecek eskilere döndüğü bir filmin tüm vaatlerine daha olgun bir bakış açısıyla yaklaşacağını düşünüyordum bu yüzden. Çünkü Pan’s Labyrinth’ten The Shape of Water’a kadar sürekli Lovecraft karanlığında Universal canavarlarının estetiğini harmanlar, küçükken gördüğü filmlere duyduğu hayranlığı her sahnede sergilerken Pinocchio gibi açık açık referans verip üzerinde oynama yapabileceği bir projesi olmamıştı hiç.
Del Toro, kendisine yeni bir tür olan animasyonun sınırlarını keşfederken ne kadar eli bol davrandıysa hikayeyi yeni katmanlarıyla incelerken heyecan verici her buluşundan bir o kadar kısmış sanki. Mussolini döneminin sertliği, yanıltıcı bir mutluluk hissi ile tuzla buz olmuş, Gepetto muazzam setlerin arasında yolculuk ederken yönetmenin öğütlerini çabucak sindirmiş. Del Toro’nun izleyicisine verdiği hediye daha büyük bir kutuya sahip, ambalajı ve süslemeleriyle göz kamaştırıyor ama ondan daha önce aldıklarımıza kıyasla içindeki ufacık, yarım hissettiriyor. Evet, yine anlam verilemez dehşetlerle dolu bir diyardayız, niyeyse yönetmen bilincimizi yitirmemenin bir yolunu bulmuş gibi. Pinocchio, ustanın döndüğü geçmişin uyarlamasından ziyade ona verdiği tatminle yetiniyor. Del Toro, oyuncaklarını bu sefer aklının içinde değil, elinin altında, ufak maketlerde bulmuş. Ona eşlik edebilene ne mutlu.
Guillermo del Toro’s Pinocchio: Geçmişin Oyuncakları