Anasayfa İncelemelerTiyatro İncelemeleriYolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış

Yolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış

Yazar: Tolga Taşan
Yolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış
Yolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış

Nazım Hikmet Ran’ın kaleminden çıkan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarında, 1941 yılında yazdığı ve belki de o dönemin savaşı görmemiş insanlarına yirmi yıl öncesini anlatmaya kararlı Yolcu, insanın kendi içine sıkıştığı, savaşın ise dışarıda devam ettiği bir hikâye.

1921 yılının en sert günlerinde, Batı Anadolu’nun neredeyse unutulmuş bir kasabasında geçiyor oyun. Bir istasyon binası, bir şef, makasçısı ve şefin karısı… Hepsi bir zamanlar savaşla doğrudan teması olmuş, şimdiyse o savaşı uzaktan duymakla yetinen üç yalnız insan. Biri gözünü, biri ayağını, diğeri ise umudunu kaybetmiş. Oyun, bu üç insanın birbirine mecbur kaldıkları bir bekleyişi anlatıyor. Dışarıda bir ulus yeniden dirilirken içeride çöken sessizlik, adeta başka bir savaşın başlangıcı gibi.

Aysa Prodüksiyon Tiyatrosunca sahnelenen ve yönetmenliğini de Rutkay Aziz’in yaptığı versiyonda bu atmosfer iyi taşınmış. Sahne tasarımı hem mekânsal darlığı hem de karakterlerin iç dünyalarındaki sıkışmayı çok iyi yansıtıyor. Demiryolu istasyonunun tenhalığı, yer yer ışıkla bölünen alanlarla izleyicide “kapanmışlık” hissi yaratıyor. Yönetmenin tercihiyle sahne gereksiz ayrıntılardan arındırılmış; bu da dikkati oyuncuların içsel gerilimlerine yönlendirmiş. Oyunun tek perde olması hikâyedeki yoğunluğu diri tutmuş. Zaten metnin kendi içinde bir sıkışıklığı var; bu yüzden iki perdeye bölünseydi, belki de o gerilimin doğallığı kaybolurdu.

Oyunculuklara gelirsek… Ekin Aksu, şefin karısı rolünde son derece yerinde bir tercih olmuş. Hem kırılgan hem dirençli bir çizgide yürüyen karakteri gayet inandırıcı taşıyor. Özellikle sahnenin duygusal temposu onun jestleriyle birlikte belirginleşiyor. Taner Barlas, istasyon şefinde paranoyanın ve kıskançlığın içe çöken hâlini çok iyi oynamış. Yüz ifadeleriyle o tedirginliği seyirciye geçirmekte hiç zorlanmıyor.

Ve tabii Rutkay Aziz… Sahneye adım attığı anda atmosferin değiştiği, ses tonunun bile oyunun ritmini düzenlediği o güçlü varlık hissi yine oradaydı. Yolcu karakterinin sözüyle değil, varlığıyla aydınlatan bir figür olduğunu anlıyorsunuz.

Oyunun düğüm bölümünün sonlarında hikâyeye dâhil olan Özcan Alpar ve Enes Sarı ise oyun boyunca daracık bir evin içinde verilen mücadelenin dışında da bir mücadele olduğunu hatırlatır cinsten. Misyonları var ve onu güzelce yerine getirip oyunu çözüme taşıyorlar; fakat bunun dışında, belki de metin gereği, çok da ayırt edici bir performans göremiyoruz.

Oyuncular dışında sahnede bize sazıyla eşlik eden Mazlum Çimen ise hem oyunun müziklerini canlı bir performansla sahnelerken hem de bence Nazım’ın özellikle Şeyh Bedreddin Destanı’nda gördüğümüz, dışarıdan anlatılan ve çoktan bitmiş bir hikâye hissini sağlıyor.

Oyuncular arasında sahici bir uyum vardı. Özellikle üçlü sahnelerdeki paslaşmalar ritimsel anlamda oldukça iyiydi. Ancak oyunun ilk temsilinden kaynaklı birkaç küçük aksaklık hissediliyordu. Bazı geçişlerde tempo kısa süreliğine düşüyor, seyircinin yeniden yakalanması birkaç saniye alıyordu. Buna rağmen genel bütünlük bozulmamıştı. Oyuncuların birbirlerini çok iyi tanıyor olmasıyla oluşan bir rahatlık ve güven var. Bu da oyunun bazı anlarında doğaçlama bir doğallık hissi yaratmış.

Benim için Taner Barlas ve Rutkay Aziz’i aynı sahnede izlemek başlı başına bir keyif. Daha önce yine bir Nazım Hikmet metni olan Memleketimden İnsan Manzaraları ve Orwell’in meşhur 1984 kitabının uyarlaması olan Büyük Gözaltı oyunlarında da aynı isimleri izlemiştim. Yolcu, bu üçlünün arasında en içe dönük ve en sade olanı. Memleketimden İnsan Manzaraları toplumun panoramasını verirken, Büyük Gözaltı bireyin travmasını kurcalıyordu. Yolcu ise bu ikisinin arasında bir yerde duruyor: Hem bireyin yoksunluğuna hem de toplumun direnişine dokunuyor. Bu açıdan, oyuncuların seçimi kadar metnin bu çağrışımları da güçlü bir bağ kuruyor.

Oyunun belki de en etkileyici tarafı, Kurtuluş Savaşı’nı doğrudan göstermemesi. Cephede değiliz ama o cephenin yarattığı duygusal enkazın içindeyiz. Bu da izleyiciyi bir “seyirci” olmaktan çıkarıyor; sanki biz de o istasyonda, bekleyişin ortasındayız. Yolcu karakterinin gelişi, yalnızca oyundaki üç karakteri değil, seyirciyi de bir anlığına silkeler gibi.

Son olarak, prömiyer olmasından da kaynaklandığını tahmin ettiğim ses problemlerinden bahsetmek gerek. Oyunun ve hikâyenin en vurucu yerlerinde ya sesler duyulmadı ya da müzikle çok karıştı ki sırtını tamamen oyunculuklara ve diyaloglara dayamış bir oyunda bu, ne yazık ki oyunu öldüren bir hata. Öksürüklerden ve hoparlörlerden gelen cızırtıların arasında bir de sahneyi duymaya çalışmak, çok da güzel bir deneyim değil açıkçası.

Yolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış

Yolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış

Toparlarsak; Yolcu, kusursuz bir ilk temsil olmayabilir ama çok derinlikli bir iş. Işığıyla, atmosferiyle ve özellikle oyunculuklarıyla insanda iz bırakıyor. Bazı yerlerde temponun düşmesi finaldeki duygusal yoğunluğu azaltmıyor. Tam tersine, bu durağanlık oyunun ruhuna yakışıyor. İzledikten sonra insanda kalan şey, bir “hikâye izledim” duygusundan çok, “bir ruh haline tanıklık ettim” hissi oluyor.

Puan: 3.5/5

Yolcu: Karanlığın İçinde Bir Hatırlayış

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...