Woman of the Hour: 70’ler Temalı Bir Seri Katil Filmi Daha
Geçen sene Toronto Film Festivali’nde en çok ses getiren yapımlardan biri olan ve Up in the Air (2009), Twilight (2008), Pitch Perfect (2012) gibi yapımlardan tanıdığımız aktris Anna Kendrick’in ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu film Woman of the Hour, sonunda sinemaseverlerle buluştu. 1970’lerin Kaliforniya’sında geçen ve gerçek bir suç hikâyesinden uyarlanan film, izleyicileri içine çeken sürükleyici bir anlatıma ve yer yer güldüren komedi unsurlarına sahip vurucu bir yapım.
Yönetmen koltuğuna oturduğu gibi filmin karakterlerinden birini de canlandıran Anna Kendrick, işsiz bir aktris olan Sheryl rolüyle karşımıza çıkıyor. Ajansının o dönemde büyük sükse yapan televizyon programı The Dating Game’e konuk oyuncu olarak ayarladığı Sheryl, kendisine verilen senaryoyu takip ederek bir paravanın arkasında üç farklı erkek adaya sorular yöneltiyor.
Filmin bu kısmı, diğer kısımlarından farklı olarak oldukça alışık olduğumuz bir senaryoyu bize sunuyor. Üç erkek adaydan biri olan Rodney Alcala (Daniel Zovatto) ise, farklı ve tuhaf cevaplarıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Verdiği cevaplar yer yer rahatsız edici olsa da bu durum kolayca kabullenilebiliyor. Hatta tuhaf biri olması, yapım tarafından ödüllendiriliyor bile. Tabii bu tuhaflıkların sebebi, kendisinin gerçek bir seri katil olması olabilir.
Tabii, filmin ana hikâyesi The Dating Game değil. Film boyunca bir zaman çizelgesinde bir ileri bir geri giderek seri katil Rodney Alcala’nın cinayetleri nasıl işlediğini, kendisini nasıl güvenilir ve hatta sempatik biri olarak kabul ettirdiğini, zaman zaman ise tuhaflıklarının bir şekilde ortaya çıkışını izliyoruz. Her ne kadar bu kısımlar birbirinden kopuk hissettirse de Daniel Zovatto’nun oyunculuğunu izlemek oldukça keyif veriyor. Kimi zaman sıcakkanlı, kimi zaman empatik, kimi zamansa bu özelliklerinden tamamen yoksun tavırlarıyla aslında sıradan herhangi bir erkeğin toplum tarafından tolere edilen davranışlarına şahit oluyoruz.
Aslında, filmin vermek istediği mesaj da tam olarak bu gibi görünüyor. Filmin başından, The Dating Game ve sonrasında olan olaylara kadar geçen süreçte, azılı bir seri katilin kendisini ele verdiği durumlarda bile kolaylıkla “erkek” maskesinin arkasına sığınabildiğini ve tuhaflıklarının göz ardı edilebildiğini fark ediyoruz. Anna Kendrick’in karakteri Sheryl ile arasında geçen diyalog da bunun en büyük kanıtlarından biri. Sheryl, Rodney’i tuhaf ve rahatsız edici bulsa da, kamera önünde bu durum normal kabul ediliyor; hatta komik ve eğlenceli bile bulunabiliyor. Ancak kameralar kapanınca, bireyin toplumdan daha ön planda olduğu bir konuma geçtiğinde bu şüpheler yeniden açığa çıkıyor. Film, bu çelişkiyi ustaca işleyerek izleyiciyi düşünmeye sevk ediyor. Gerçek suçların ardındaki toplumsal algıyı sorgularken kadın olmanın verdiği dezavantajları da ele alıyor.
Filmin en çarpıcı tarafı, bir kadının korkularının ve şüphelerinin her zaman bir dayanağı olduğu hâlde bu durumun toplum tarafından ciddiye alınmamasını oldukça net bir şekilde anlatabilmesi. 70’lerden günümüze hiçbir şeyin değişmediğini, filmdeki kadın karakterlerle hızlı bir şekilde empati yapıyor oluşumuzdan da anlayabiliriz. Kurgusu, diğer seri katil filmlerinden daha farklı bir yol izleyen Woman of the Hour, bir seri katilin kimi zaman ilgi çekici ve hatta sempatik olarak algılanabileceğini gösterirken bu durumu abartıya kaçırmadan, antagonistin gerçek ve vahşi yüzünü de hızlı bir şekilde açığa çıkarıyor. Popüler medyanın seri katilleri talihsiz anlatım teknikleriyle romantik bir obje olarak kullandığı günümüzde bir kadın yönetmenin elinden çıkan bu film, izlenmeyi hak ediyor.
Woman of the Hour: 70’ler Temalı Bir Seri Katil Filmi Daha