Under The Volcano: Savaşın Ortasında Bir Aile Tatili
Biraz gözlerinizi kapatın ve kendinizi sevdiklerinizle birlikte yurt dışında tatile çıktığınızı hayal edin. Denizin, kumun ve güneşin yakıcı sıcaklığı sizi enerjik ve dinç tutuyor. Güzel geliyor kulağa, değil mi? Fakat sonra birden, kendi ülkenizde bir savaş çıkıyor ve bu durum sizi altüst ediyor. Dahası da var; ülkeye döneceğiniz gün uçak seferleri iptal ediliyor ve otelde eliniz kolunuz bağlı bir şekilde kalıyorsunuz. Tatiliniz zehir oldu, değil mi? Tabii ki zehir olur; bugün İstanbul Film Festivali’nde izlediğim ve birazdan bahsedeceğim ilk yarışma filmi Under the Volcano tam da bunu anlatıyor.
Geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan bu film, aynı zamanda Polonya’nın Oscar adayıydı. Filmin yönetmenliğini, Bread and Salt (2022) isimli ilk filmiyle karşımıza çıkan Damian Kocur üstlenmiş; senaryosunu ise Marta Konarzewska ile birlikte yazmış. Film, İspanya’nın Tenerife Adası’nda tatil yapan Ukraynalı bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Başrollerinde Roman Lutskyi, Anastasiya Karpenko, Sofia Berezovska ve Fedir Pugachov’un yer aldığı bu film, İstanbul Film Festivali’nde izleyici karşısına çıkmakla kalmıyor, Altın Lale için de yarışıyor. Bu filmi İstanbul Film Festivali kapsamında 14, 16 ve 21 Nisan’da (ki o tarihte ekip katılımlı gösterimi var) izleyebilirsiniz. Neyse, lafı fazla uzattım; o yüzden izninizle hızlıca hikâyeye geçiyorum.
Ukraynalı bir çekirdek aile, İspanya’nın sıcak ve cıvıl cıvıl atmosferine sahip Tenerife Adası’nda tatil yapıyor. Denizin maviliği ve güneşin sıcaklığı eşliğinde tatilin hakkını sonuna kadar verip tadını çıkarıyorlar. Ukrayna’ya dönecekleri gün uçak seferleri iptal oluyor ve bu iptalin önemli bir sebebi var: Rusya, Ukrayna’yı işgal ediyor. Bizim aile de bu adada, adanın en güzel otelinde bir süre mahsur kalıyor. Daha da kötüsü, turistken başka bir ülkede yaşamaya çalışan bir mülteci aileye dönüşüyorlar.
Filmin anlattığı mesele budur; şimdi biraz daha bu hikâyeyi anlamaya çalışalım. Damian Kocur’un yönetmenliğini başarılı buldum. Benim de Erasmus öğrencisi olarak gittiğim Krzysztof Kieslowski Film Okulu’ndan mezun olan Damian Kocur, Ukrayna’nın soğuk, yıkık ve dökük bir yerinde film çekmemiş. Aksine, her şeyin güllük gülistanlık göründüğü, her an patlamaya hazır bir yanardağın altında bulunan bir adada ve lüks bir otelde çekmiş. Adanın sıcaklığı, başta cennet gibi ve şahane gözüküyorken; aile içinde bitmeyen gerilim ve kapana kısılmışlık hissiyle tam bir cehenneme dönüşüyor. Hele bir de savaş konusunda çaresiz kaldıysanız… Film boyunca, aileyle birlikte adada bazı insanların yanından geçiyoruz. Hayatta kalmaya çalışan bir mülteciyi ve tatile gelmiş İspanyol gençleri bile görmemiz mümkün.
Hikâye genel olarak sıkıcı değil; senaryo gücünü diyaloglardan alıyor. Bazı sahnelerde ise film, yıkık dökük binalardan, yanardağdan ve adanın insanlarından besleniyor. Başta, mülteciyle ilgili bir sahne bende aynı filmi izliyormuşum hissi uyandırdı. Fakat hikâye ilerledikçe fark ettim ki bu mültecinin varlığının bir sebebi varmış. Hikâyeyi fazlaca anlatmayayım ama filmi izledikçe siz de ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Görselliği ise aldatıcı bir sıcaklığa sahip. Filmde ağırlıklı olarak geniş çekimler kullanılıyor; adanın sıcak pastel tonları sizi sarıp sarmalıyor ve tabiri caizse aldatıyor. Öte yandan, soğuk tonlara sahip dağ ve deniz manzaraları adeta yüzünüze bir tokat gibi çarpıyor. Bir tokat gibi, tokat!
Filmde müzik yok; sadece şarkılar ve sesler var. Üstelik bu ikisi birbirine oldukça zıt düşüyor. Lambada tarzı şarkılar, hayatın devam ettiğini anımsatıyor ama diğer yandan, nereden geldiğimizi hatırlatıyor. Fakat sesler, şarkılardan daha güçlü. Çünkü filmde çıkan her ses ve her ton, gerilimi artırmaya fazlasıyla yetiyor. Müzik, kısmen aldatıcı bir etki yaratsa da filmde kullanılan dış sesler, gerçekleri daha güçlü bir şekilde yüzümüze çarpıyor.
Oyunculuklar konusunda da dengeli bir performans hâkim. Özellikle Roman Lutskyi ve Anastasiya Karpenko’nun canlandırdığı karakterler, iki oyuncu arasında var olan zıtlıklarla filmi taşıyor. Filmin çocuk oyuncularından Sofia Berezovska ise, hissettirmese bile savaşın ve aile içi çatışmanın etkisini bize başarıyla yansıtıyor.
Şimdi toparlayalım ve yavaşça izninizi isteyeyim. Bakın, bu film bir savaş filmi değil. Ama savaşın gölgesinde tatili ve aile hayatını cehenneme çeviren bir hikâye sunuyor. Filmin mesajı ise şu: Bugün bir yerde ziyaretçiyiz, yarın mülteci. Bugün bir yerin sahibiyiz, yarın kiracı. Savaşın ortasında, çaresizce elimiz kolumuz bağlandığında mültecilerden pek de bir farkımız kalmıyor.
Puan: 4/5
Under The Volcano: Savaşın Ortasında Bir Aile Tatili