Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri The Blue Trail: Bir Acayip Distopya

The Blue Trail: Bir Acayip Distopya

Yazar: Tolga Taşan

The Blue Trail: Bir Acayip Distopya

Brezilya yapımı “O Último Azul”, The Blue Trail adıyla 44. İstanbul Film Festivali kapsamında seyirci karşısına çıktı. Gabriel Mascaro yönetimindeki film, distopik fakat günümüz dünyasından çok da uzak olmayan bir portre çiziyor. Masalsı ögeler de barındıran bu Brezilya yapımı filmi izlemek isteyenler için festival boyunca salonlarda izlemek mümkün.

75. Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü ve Ekümenik Jüri Ödülü’nü kazanan bu Brezilya yapımı film, yaşlılık, özgür irade ve yozlaşma gibi evrensel temaları masalsı bir anlatımla harmanlıyor. Ancak filmin gerçek gücü, distopik bir kurgunun ötesinde, bugünün dünyasına tuttuğu aynada yatıyor. Oyuncu kadrosunda Denise Weinberg, Miriam Socarras, Rodrigo Santoro, Adanilo ve Rosa Malagueta’nın yer aldığı film, çok da uzak olmayan bir gelecekte, 70’li yaşlardaki insanların ekonomik yük olarak görüldüğü bir toplumda, kendi başının çaresine bakan ve bir timsah mezbahasında çalışan 77 yaşındaki Tereza’nın “yaşlılığın takdir edilmesi” ile başlıyor.

Devletin yasaları çerçevesinde, yaşlı insanların daha iyi koşullarda yaşayacakları söylenen bir koloniye yerleştirilmek üzere yola çıkarılmak istenen Tereza, bu karanlık sisteme direnip Amazon nehirlerinde kaçak bir yolculuğa çıkıyor. Senaryo, devletin yaşlıları “ekonomik yük” olarak gören politikalarını eleştirirken, izleyiciye şu soruyu fısıldıyor: “Böyle bir yasa bugün çıksa, toplum ne yapar?”

Yaşlı insanların gönderildiği bu sonu meçhul koloni hakkında neredeyse hiçbir bilgi yok. Gidenler, bir daha geri dönmemek üzere gidiyorlar. Ancak aileler dahi bunu normal bir durum gibi değerlendirip sürece ayak uyduruyor. Gitmeyi tercih etmemek, topluma ihanet olarak görülüyor. Filmin başında Tereza için yapılan “yaşlılığı kutlama” durumu da adeta azınlıkların kapılarına atılan çarpıları andırıyor.

77 yaşına kadar topluma katkı sağlamış olmasına rağmen Tereza’nın kendi adına konuşması, başka bir yere bilet alması dahi mümkün değil. İşte tam da bu noktada, filmin en ürpertici yanı ortaya çıkıyor: Ailelerin, sevdiklerini kaybetme pahasına bu sürece boyun eğişi. Tereza’nın kızı, annesini koloniye göndermekte bir an bile tereddüt etmiyor. Bu sessiz kabullenme, günümüzdeki otoriter rejimlerin “güvenlik” veya “refah” söylemleriyle normalleştirdiği baskıları hatırlatıyor. Öyle ki, Tereza içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalışırken yasal olmayan yollara başvurmak zorunda kalıyor. Tereza’yı konfor alanından çıkaran bu koşullar, onu bir yol macerası yaşamaya itiyor.

Anlatılan hikâyede distopik unsurlar oldukça gerçeğe yakın. Şahsen, yarın öbür gün böyle bir karar alınmaz diyemiyorum. Özellikle ülkemizde emeklilerin içinde bulunduğu durumlar iç karartıcı olduğu hâlde hiçbir şey yapamıyor oluşumuz, bu realitenin doğru yansıtıldığını hissettirdi. Fakat filmin bu umutsuzluk içerisinde değiştirdiği vitesler, umut verici cinsten.

Tereza, cesur adımlar atarak hayatının iplerini eline aldıkça filmin tonu da bir o kadar renkleniyor. Cadu karakteriyle olan arkadaşlıklarıyla başlayan bu ivme, Roberta’nın hayatına girmesiyle arşa çıkıyor. İki arkadaşlıkta da ortak bir payda var: Masalsı diyebileceğimiz bir şekilde, karşısına çıktığı insanı seçtiği söylenen bir salyangozun bıraktığı, filme de ismini veren mavi iz. Psikedelik madde içeren bir sıvı üreten mavi salyangoz, ilk başta Tereza için korkutucu gelse de ikinci kez karşısına çıktığında, hayatta denenecek bir başka deneyim olduğu idrakiyle yeni bir yolculuğa dönüşüyor.

Filmin çerçevesi 4:3 olarak tercih edilmiş. En geniş planlarda dahi yarattığı sıkışmışlık hissi dolayısıyla böyle bir tercih yapıldığını düşünüyorum. Film boyunca akılda kalıcı görüntüler yakalanmış diyebilirim. Özellikle nehir boyu süren geniş kadrajlara bayıldım. Akılda kalıcı bir müziğe sahip olmayan filmde genel olarak belgesel izliyormuşuz izlenimi yaratan frekans sesleri ya da doğal sesler tercih edilmiş. Hatta filmin geneline doğallık hâkim. Işık kullanımı, mekânlar hatta oyunculuklar doğal tercih edilmiş. Bu da belgesel izliyormuş hissiyatını artıran başka bir etmen olmuş.

Toparlayalım… The Blue Trail, hiç beklentim olmadan izlediğim, salondan çıktıktan sonra da aklımda hayat ve umut doluluğu ile güzel bir tını bırakan bir film oldu. Denise Weinberg’in canlandırdığı Tereza, sinema tarihinin en unutulmaz yaşlı karakterlerinden biri. Weinberg, karakterin fiziksel kırılganlığını adeta bedenine işlerken, gözlerindeki direniş ateşiyle izleyiciyi içine çekiyor. Tereza, bir timsah mezbahasında çalışarak hayata tutunurken bile asla mağdur rolüne sığınmıyor. Aksine, sistemi alt etmek için yasa dışı yollara başvurması, onu bir “anti-kahraman” değil, gerçek bir devrimci yapıyor.

Sinema dünyasında onlarca gelip geçen film arasında, “numune” diyebileceğimiz bir özgünlüğe sahip bir yapım olarak; yola çıkmayı, yolun sonunda görülen birinin gözünden görmek isteyenler için sinema salonlarında bekliyor.

The Blue Trail: Bir Acayip Distopya

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...