Twin Peaks MUBI’de: Neden İzlemelisiniz?
David Lynch ve Mark Frost’un yarattığı Twin Peaks, 1990 yılında yayın hayatına başladığında televizyon dünyasında adeta bir devrimdi. Tıpkı Lynch’in filmleri gibi. Bugün hâlâ konuşuluyor olmasının sebebi yalnızca gizemli bir cinayet vakasını merkezine alması değil, aynı zamanda izleyiciyi sınırları belirsiz, rüyayla kâbusun arasında gidip gelen bir evrene sokması. Hatta konusunu okuduğunuzda sıradan bir cinayet vakası diyebileceğiniz dizi, hiç de öyle olmadığını gösteriyor size. Diziye ilk adımı attığınız anda bir şeylerin “garip” olduğunu fark ediyorsunuz ama tam olarak neyin garip olduğunu tarif edemiyorsunuz. İşte Lynch büyüsü bu.
İlk sezon sadece sekiz bölümden oluşuyor ve neredeyse bir çırpıda bitiyor. Laura Palmer cinayetinin arkasındaki sırları bulmaya çalışmak o kadar sürükleyici ki, bir bölümü bitirdiğiniz anda diğerine geçmek istiyorsunuz. Adeta Dale Cooper ile beraber izleyici de cinayeti çözmeye çalışıyor. Ancak ikinci sezona geldiğinizde işler biraz daha karışık, hatta kafa karıştırıcı bir hâl alıyor. Lynch’in o meşhur bilinçaltı ve rüya oyunları, zaman-mekân algısıyla oynayan sahneleri devreye giriyor. Diziye ilk sezonda kapılıp giden birçok izleyici, ikinci sezonda “ne oluyoruz” diye sormaya başlıyor ama işte o noktada dizi gerçek kimliğini göstermeye başlıyor. Bu yüzden ikinci sezonun, ilk sezondan daha zor izlendiği söylenebilir.
Twin Peaks’i tür olarak sınıflandırmak neredeyse imkânsız. Evet, merkezde bir cinayet var ama bu bir polisiye değil. Evet, içinde korku öğeleri var ama tam anlamıyla bir korku dizisi de değil. Zaman zaman sizi güldüren sahneler, karakterlerin absürtlüğüyle gelen mizah da var ama komedi dizisi hiç değil. Üstüne üstlük bazı bölümler düpedüz fantastik. Lynch’in sinemasını bilenler için bu durum çok tanıdık: Bir yanda karanlık bir atmosfer, öte yanda tuhaf ve insanı rahat hissettiremeyen bir sıcaklık. Dikkat edin, çünkü karakterlerin o şakacı hallerine alışmışken birden en karanlık gerçeklerle yüzleşebilirsiniz.
Sinematografi açısından ise dizi, döneminin çok ötesinde. Twin Peaks kasabası, doğasıyla ve özellikle o ikonik şelalesiyle adeta bir karakter gibi. Giriş jeneriğinde çalan o sakin ama ürpertici müzikle beraber şelaleyi izlerken bile bir huzursuzluk duyuyorsunuz. Bence Twin Peaks jeneriği, TV tarihinin en ikonik introsu olabilir. O müziği duyunca diziyi izleyen hemen herkesin aklında çam ağaçları ve sisli yollar beliriyordur.
Karakter kadrosuna gelecek olursak, bu kadar iyi görünümlü insan bir kasabada nasıl bir araya geldi, gerçekten tesadüf mü bilinmez ama herkes rolüne o kadar uymuş ki, başka bir oyuncuyla hayal etmek neredeyse imkânsız. Özellikle de Ajan Dale Cooper, belki de çoğu kişinin dizideki favorisi. Hem karizmatik hem naif hem de beklenmedik şekilde komik. Cooper’ın olduğu her sahnede insan daha bir dikkat kesiliyor.
Ve tabii ki Black Lodge… Dizinin olmazsa olmazı. Kırmızı perdeler, siyah-beyaz zikzaklı zemin, tersine konuşmalar… Özellikle 2. sezonun finalinde, 20 dakikayı aşkın Black Lodge sahnesi bence TV tarihinin en çarpıcı kapanışlarından biri. Twin Peaks: Fire Walk With Me filminin başlarında ise yine Black Lodge’dayız, sonunda da öyle. Bu mekân her şeyin başladığı ve bittiği yer. Bir döngü gibi, sürekli her kapı oraya çıkıyor.
Kısacası, Twin Peaks kolay bir dizi değil. Herkesin seveceği türden değil. Eğer bir dizi izleyip her sahneyi anlamlandırmak, sebebini bulmak istiyorsanız bu dizi size göre değil. Ama eğer farklı türlerin iç içe geçtiği, atmosferiyle içine çeken, sinematik dili olan bir dizi arıyorsanız burası doğru yer. Kimi zaman korkacak, kimi zaman gülecek, çoğu zaman da anlamlandıramayacaksınız…