The Secret Agent: Sahte Tarihin Gerçek Deşifrasyonu
Bu yıl Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen, benim de Filmekimi’nde izleme şansı bulduğum The Secret Agent, beni ciddi manada şaşırttı. Zira uzun zamandır politik yaklaşımını böylesine yaratıcı sinematik buluşlarla destekleyen bir film izlememiştim. Kleber Mendonça Filho, 70’lerin sonundaki yozlaşmış Brezilya’yı, birbirlerini tanıyan ama asıl niyetlerini bilmeyen insanlar üzerinden anlatıyor.
Sokakların katiller ve kirli polislerle dolup taştığı ülkede herkesin ikinci bir ismi var ve burada kimseye güven yok. Böyle bir coğrafyada hayatta kalmaya çalışan bir akademisyen (Wagner Moura), başına ödül konunca sosyal kamuflaj içinde yaşamaya başlıyor. Edindiği sahte hayatlar yalnızca bir adamın çaresizliğini değil, koca bir ulusun paranoyasını da açığa çıkarıyor.

The Secret Agent: Sahte Tarihin Gerçek Deşifrasyonu
Yönetmenin bu dönemdeki medyaya ve popüler kültür öğelerine yaklaşımı ise bu kimliksizlik sorununun adeta bir uzantısı gibi. Mesela avlanan köpekbalıklarının midesinden ceset parçaları çıkıyor; ancak bu durum, insanları tedirgin etmek yerine Jaws’ı sinemada izlemek için yanıp tutuşan kitleler doğuruyor. Hakeza, ceset parçasının yasa dışı bir müdahale sonucu bir hayvan bacağıyla değiştirilmesi halkta büyük bir ilgi uyandırıyor ve insanlar, gazetede okudukları darp haberlerini bu “kıllı bacak” miti üzerinden hayal ediyor.
Filho’nun, özellikle ucuz bir korku filminden fırlamışçasına çektiği o bacak sahnesi başlı başına inanılmaz bir fikre dayanıyor: Gerçek gitgide yok oluyor ve bağlam sürekli yeniden üretiliyor; hem masum hem de kötü niyetli amaçlarla. Sıradan bir vatandaş, artık neye inanacağını bilemez hâle gelmişken gerçeğin içindeki boşlukları ancak çarpık hayal gücüyle tamamlayabiliyor. The Secret Agent, medyanın mit yaratma gücünü gazete küpürleri, radyo yayınları ve en çok da —aynı ülkenin kendisi gibi— karmakarışık karnaval müziklerini kullanarak keşfediyor. Yönetmenin kitlesel algı yönetimine olan bakışı, en son Under The Silver Lake’te hayran kaldığım popüler kültür taşlamasına yaraşır şekilde incelikli ve aynı oranda satirik (failin cesedini ölüm haberlerinin yazılı olduğu gazeteyle örttükleri sahneyi unutmak mümkün değil).

The Secret Agent: Sahte Tarihin Gerçek Deşifrasyonu
Halihazırda kendi eserinin yapıntılığını ve sanatın doğası gereği üstlendiği manipülatif anlatıcılığıyla alay eden Filho, The Secret Agent’ın kurgusunu bir 70’ler Amerikan filmi gibi tasarlamış. Bu muzip tasarımı birkaç stilistik tercih üzerinden anlamak mümkün: Sahneler, George Lucas’ın başvurduğu kaydırmalı geçişlerle birbirine bağlanıyor; De Palma’nın ünlü split diopter çekimleri sıklıkla kullanılıyor ve künye metinleri olabilecek en “Amerikan” fontlarla karşımıza çıkıyor. Ancak Filho, bu yaklaşımı basit bir parodi amacıyla kullanmak yerine seyircinin beklentileriyle oynamayı tercih ediyor. Tahakküm alanını genişletmek şöyle dursun, filmdeki gerilim arttıkça sinematik maharetlerini ilginç bir şekilde kısa devreye uğratıyor. Özellikle finaldeki malum ölüm anının ufacık bir fotoğraf karesiyle gösterilmesi cidden dahiyane bir buluş; hele ki kurgu çoktan seyirciyi içine almışken.
Nitekim, kaybolan geçmişin ve sahte tarih yazımının yükünü Filho da “güvenilmez anlatıcı” olarak taşıyor. Bu açıdan yönetmen günümüzü de denkleme dâhil ediyor ve bugünlere ulaşamayan gerçekleri ilginç yollarla tartışmaya açıyor. The Secret Agent, geçmişi bugünün kodlarıyla hayal etmek konusunda Miguel Gomes’in Tabu’sunu hatırlatıyor. Zira ikisi de göremediği yılları, başkalarının anlatımı veya arşiv kaynakları üzerinden anlamaya çalışan genç birer kadını anlatıya dâhil ediyor.

The Secret Agent: Sahte Tarihin Gerçek Deşifrasyonu
Tarih çoğu zaman sandığımız gibi işlemiyor; mekânlar ve insanların asıl kimlikleri biz fark etmeden değişiyor. Filho, iktidarın bunun için tasarladığı enstrümanları dahiyane senaryosuyla tersyüz ederken bize de şu soruyu soruyor: Bu filmi şu anda izlemenizin nedeni ne? Politik açıdan tartışmalı ama bir o kadar da prestijli bir festivalde gösterilmesi mi, yoksa günümüzdeki yozlaşma ortamının birilerini gerçekleri anlatmaya itmiş olması mı?
Gelin görün ki Filho’nun elinde gerçekler yok, kendisi de bunun farkında. Bize verebileceği tek ilaç, Marcelo/Armando’nun öldürüleceğini duyduğu an yandaki sinema salonundan yükselen çığlıklar. Zira —aynı seyirciler gibi— geçmişe kurgusal veya hayali yollarla erişmek dışında bir çaremiz yok. Üretmeye devam etmek zorundayız.