Jurassic World: Rebirth: Onlar Hep Aramızda
66 milyon yıl önce, insanlığın galibiyetiyle değil, büyük bir göktaşı çarpması sonucu dinozorların yok olduğunu biliyoruz. Fakat bilmediğimiz bir gerçek var. Gerçek şu ki, bazı canlılarda olduğu gibi, dinozorlarımızın da hâlâ aramızda olduğu gerçeği. Dahası, bu canlıların varlığı insanlar tarafından örtbas edilmiş durumda.
1993 yılında Steven Spielberg yönetmenliğinde çekilen ve David Koepp tarafından kaleme alınan Jurassic Park serisinin 7. filmi Jurassic World: Rebirth, sizi bu dünyada yaşayan varlıkları ve köklerimizi keşfetmeye davet ediyor. The Lost World: Jurassic Park (1997) filminden 28 yıl sonra seriye geri dönen David Koepp’un senaryosunu yazdığı; yönetmenliğini ise Monsters (2010), Godzilla (2014), Rogue One: A Star Wars Story (2016) ve en son The Creator (2023) filmiyle tanıdığımız Gareth Edwards’ın üstlendiği yapımın başrollerinde Scarlett Johansson, Mahershala Ali, Jonathan Bailey, Rupert Friend ve Ed Skrein yer alıyor. Bu soluksuz film, bugün itibarıyla UIP tarafından vizyona girdi. Gelin, bu soluksuz filmin soluksuz hikâyesine birlikte yolculuk edelim.

Jurassic World: Rebirth: Onlar Hep Aramızda
Film, Jurassic World: Dominion filmindeki olaylardan beş yıl sonrasında geçiyor. Dinozorlar ve insanlar kırılgan bir birliktelik içinde yaşıyor. Öyle ki insanlar müzelere gitmeyi bırakmış, tüm tarihî bilgileri ve gerektiğinde dinozorları bile telefonlarından öğrenmeye başlamış. Bildiğiniz gibi bambaşka bir modern çağdayız. Gezegenin köklü değişimleri, bu dinozorları daha izole ekvator bölgelerine geri dönmeye zorluyor.
Zora Bennett, Duncan Kincaid, Dr. Henry Loomis, Martin Krebs ve Reuben Delgado’nun bulunduğu uzman bir ekip, uzak bir adaya gizli bir göreve çıkıyor. Ekibin amacı ise kara, deniz ve havada bulunan en büyük dinozorlardan genetik materyal elde ederek devrim niteliğinde bir tedavi geliştirmek. Ancak ekip, suda yaşayan dinozorlar tarafından yok edilen bir aileyle karşılaşıyor ve görev beklenmedik bir hâl alıyor. Bu durum, herkesi hem birlikte hayatta kalmaya hem de dinozorların insanlarla olan ilişkisini daha derinden öğrenmeye teşvik ediyor.
Bu hikâyeye biraz daha derinden bakarsak, Jurassic World: Rebirth aslında yok saydığımız, üstünü örttüğümüz canlıların varlığına odaklanıyor. Şiddetle ve dinozorları yok ederek galip geldiğimiz biz insanların, bu filmi izledikten sonra “Biz nasıl insanlarız da dinozorları yok edecek kadar galip geldik?” diye durup düşünmesi lazım. Bunların dışında, bizim hiç bilmediğimiz canlıların hâlâ bu dünyada var olduğunu ve bazı insanların da, diğer canlıların canı pahasına, sırf para için kurnaz tilkiden bile daha kurnazca davrandığını yüzümüze vuruyor.

Jurassic World: Rebirth: Onlar Hep Aramızda
Hikâye, öyle ya da böyle, beklediğimden çok daha sağlam çıktı. Burada lamı cimi yok; kesinlikle güzel bir hikâyesi var bu filmin. Birkaç kişinin yorumlarını da okuduğumda edindiğim fikirlerden biri, filmin ilk Jurassic Park’a ihanet etmeyen bir yapıya sahip olduğuydu. Zaten hikâye konusunda, ilk Jurassic Park’ın yazarı David Koepp’un geri döndüğünü belirtmiştik. Bu geri dönüş, seri için en önemli adım olabilir. Çünkü Jurassic World: Rebirth senaryosu oldukça gerçeğe yakın; yaşadığımız dünyayı, dinozorlarla ve diğer varlıklarla olan ilişkisi üzerinden sağlam bir şekilde irdeliyor.
Şimdi konu Gareth Edwards olunca, yönetmenliğinden de bahsetmemek olmaz. İki yıl önce izlediğimiz The Creator (2023) filminde hem teknik açıdan sağlam, hem de anlatım açısından başarılıydı. Jurassic World: Rebirth filminde de kendi karakterini ve bakış açısını korumaya devam etmiş. Filmdeki aksiyonu, sinematografisi ve sesleri başarılı bir şekilde dengeleyerek hikâyeye sağlam bir perspektif kazandırmış.
Sinematografisi, filmin kendisi kadar egzotik bir güzelliğe sahip. Tayland ve Malta’nın egzotik adalarında yapılan çekimleriyle filmin ekibi, CGI teknolojisi ve Kodak analog kameraların hakkını oldukça iyi vermiş. Kamera açıları ve hiperaktif kamera hareketleriyle, kendi aksiyonunu yaratmayı başarıyor. Gladiator serisinin görüntü yönetmeni John Mathieson’ın kamerası, tabiri caizse “hop oturtup hop kaldırdı.” Ses tasarımı da oldukça başarılı. Dinozorların tedirgin edici sesleri, denizden gelen dalgalar ve kapılardan çıkan metalik sesler filmin atmosferine büyük katkı sağlıyor.
Ünlü müzisyen ve besteci Alexandre Desplat’ın besteleri adeta bir miras niteliğinde. Eski temalara, daha doğrusu eski notalarına çok dokunmadan, yeni dokunuşlar da yaratan Desplat, müzik kullanımında yer yer John Williams’ın müziğine yaklaşmış. Böylece hem saygı duruşu niteliğinde hem de özgünlüğünü koruyan bir müzik dünyası sunulmuş.
Oyunculuk konusunda ise biraz tereddüt ettiğim noktalar yok desem, yalan olur. En beğendiğim oyuncu şüphesiz, filmde antipati duyduğum Krebs karakterini canlandıran Rupert Friend oldu. Herkesten daha kurnaz, daha sinsi bir karaktere hayat veren Friend, filmin belki de en etkileyici oyuncusuydu. Yüz ifadeleri, konuşması, diksiyonu ve vücut diliyle çok başarılıydı. Zora rolündeki Scarlett Johansson ise daha olgun ve aktif bir performans sergilemiş olsa da bana geçmedi. Nedense bir Avengers filmindeymiş gibi hissettirdi. Mahershala Ali’ye de pek ısındığımı söyleyemem.

Jurassic World: Rebirth: Onlar Hep Aramızda
Toparlıyorum hızlıca: Jurassic World: Rebirth, bazı eksikliklerine rağmen izlenebilir bir film. Söyledikleriyle bize şu mesajı veriyor: İnsanoğlu her ne kadar örtbas etmeye çalışsa da, bu dünyada hâlâ bilmediğimiz canlılar var. Onlar aramızda; biz görmesek de belki onlar bizi görüyor. Bize düşen tek şey: keşfetmek. Eski filmlerinin rağbet ettiği bu ayın en iyi blockbuster filmi oldu benim için.
Puan: 3,5/5