Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Good Grief: Say Duygular ve Yüzleşme

Good Grief: Say Duygular ve Yüzleşme

Yazar: Esra Balaban

Good Grief: Say Duygular ve Yüzleşme

“İnsan olmanın en büyük ödülü bir kalbin olduğunu hatırlamaktır.”

Good Grief, Dan Levy’nin ilk yönetmenlik denemesinde yazıp yönettiği bir filmdir. Oyuncu kadrosunda Dan Levy, Ruth Negga, Himesh Patel ve Luka Evans yer alıyor.

Marc (Dan Levy) ve Oliver (Luka Evans) çifti evliliklerini sıcak duygular üzerine inşa etmiş homoseksüel bireylerdir. Filmin açılışında sıcak tonlar, naif sesler ve entelektüel birikimlerin havada uçuştuğu bir ortam bizi karşılıyor. Hikayeye alışma fırsatının sunulduğu sade ve muzip diyaloglar izleyici için kolay bir seyir kazandırıyor. Oliver, ünlü bir yazardır. Özellikle genç kızlar sayesinde okunması kolaylaşmış ve popülaritesi artmıştır. Etrafındaki insanlar da onun gibi entelektüel disiplinlerde yerini almış. Eşi (Marc), ressam ve illüstrasyon tasarımcısıdır.

Noel kutlamasının yapıldığı o gece Oliver imza günü için yola çıkmaya koyulacaktır. Bu gidişi hikaye bağlamında yeni bir perdeyi açacak böylelikle bir başkası içinde yol alma kılavuzu sağlayacaktır.

Oliver, seyahati için yola çıktığında trafik kazası geçirir ve orada hayatını kaybeder. Marc için bu ikinci yas olacaktır. Daha öncesinde çok sevdiği annesini kaybetmiştir. Annesinin ölümünden sonra ressamlığı bırakma kararı alarak aslında bir nevi sanattan kendini soyutlama çabasına bürünerek acısını bastırmaya çalışmış. Oliver’ın ölümü de tam anlamıyla böyle sonuçlanacak zannetmeyelim. Çünkü bu farklı bir yüzleşmeye kapı aralıyor.

Ölüm, insanoğlunun her an başına gelebilecek bir tamamlanmadır. Kolay olmayan, sindirilmesi zaman alan ve belki de hiç unutamadığımız bir şarkının sürekli zihnimizde dönen melodisi.

Filme geri dönersek kurguda güzel bir akışkanlık söz konusu. Anlatılmak istenen belirli bir çerçevede veriliyor ve ardından yeni bir hikayeyi başlatıyor. Tabi hal böyle olunca tadına doyum olmayan bir seyir zevki veriyor.

Kurguyu örneklendirecek olursak şunları söyleyebiliriz; Marc’ın yas zamanında yanında olmayı isteyen iki arkadaşı var: Sophie ve Thomas. Thomas, Marc’ın eski erkek arkadaşı. Thomas, Oliver’ın ölümünden sonra Marc’ın yanına taşınıyor ve eski dostluk ortak bir paydada bütünleşiyor. Bu durum akla bir şeyler getiriyor olacak. Ama hiç de öyle değil. Yönetmen senaryoda birleştirici bir güç kullanmak istemiş. Düştüğün anlarda seni kaldıran biri veya birileri ile hayatın başka pencereleri olduğunu hatırlamamız için dostluk kavramına vurgu yapmış. Marc’ı bu acıdan çıkarmak için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Bir akşam sanat performansları gösterimine birlikte gidip vakit geçiriyorlar. Hikayenin bu kısmında yeni biri dahil oluyor. Onun adı: Theo.

Theo ile Marc bu gösterimde sıcak bakışlarla birbirine denk geliyor. Theo şöyle söylüyor bir repliğinde: “Sanat bir bakıma acıyı anmak değil midir? Yoksa o acı nereye gider?”. Bu sözler bilinç dışına itilmiş gerçeği karşımızda ayna varmış gibi tak tak yüzümüze vuruyor. Öyle değil midir cidden? Sanatta bulmaz mıyız kendimizi? Yarım bıraktıklarımızı? Pişmanlıkları ya da acıları? İçimize attıklarımızı bir bir dökeriz tuvale, kağıda ya da repliğe…

Yeni bir kapı aralanıyor. Geçmişi sırlarlar dolu olan Oliver’ın ardında bıraktığı izler onu ele veriyor. Marc, avukatla görüşmesinde Oliver’ın Paris’te bir evi olduğunu ve bir ay içerisinde kontratının biteceğini bildiriyor. Paris’te yapılan harcamaların da iki kişilik olduğundan bahsediyor. Ve büyük bir aldatma olayı da böylelikle gün yüzüne çıkmış oluyor. Marc aldatıldığını öğrendiği zaman yası ile aptal yerine konulmuş olması arasında gidip geliyor. Bu durum büyük bir kırılma yaşatacak. Çünkü bir şeylerin başlaması için olanların bitmesi gerekir.

Yuvarlak bir masa birkaç dost ve dertleri…

Filmin renkli karakteri olan Sophie erkek arkadaşıyla ayrılmış. Sophie’nin söylediğine göre kendisi ayrılmak istemiş. Böylelikle yeni bir hayat düzenine merhaba diyebilecek özgürlüğe kavuşacağını düşünüyor. “Zor bir kadınım” diyor ki bence de zor bir kadın. Thomas, bazı duygulardan yoksun, yalnız, karmaşık durumda. Marc, bir karar vererek iki arkadaşını da Paris’teki o eve götürüyor.

Paris kilitli olan tüm kapıları açmak için senaryoda işlevsel bir yere sahip. Kamera açıları Paris’in eşsiz sokaklarında geziyor; kafeler, caddeler, Eyfel Kulesi, parklar… Her açıda farklı hissettiriyor. Rüzgarın değdiği masa kenarları bile aşıklar şehri olana Paris’in tadını bırakıyor. Muhteşem bir görsellikle bizi gezdirip içine hapsediyor.

Paris, tüm yüzleşmelerin yapıldığı “bırak artık bir kere de sorun olsun” sitemlerinin duyulduğu son nokta oluyor. Oliver’ın Marc’ı aldattığı aşığı ile burada karşılaşıyorlar. Sophie geçmişi ile arasındaki “zor tavırları” düzeltmek için çabalıyor ve önce kendine sonra da yakın arkadaşlarına doğruları anlatıyor. Thomas, Marc’a olan tutkusunu yenip kendine yeni bir hayat kurmak için yola çıkıyor.

Film, dostluğun birleştirici gücünü ele alarak büyük resmi görmemiz için bize yardım ediyor. Birbirini sevip anlayan kişilerin aralarında kurduğu güçlü bağlar onları iyileştiriyor. Bu güç farklı olan her şeyin üstesinden gelerek biz olana aslında kendimize dönmemize yardımcı oluyor.

Marc, Sophie ve Thomas karakteri içimizden biri gibiydi. Bu filmi keyifle izleyecek, mutluluğun kalıplaşmış olgulardan ziyade hislerimizden bize ait olanları paylaşmaktan geçtiğini hatırlayacaksınız. Alışılmış senaryolardan biri olsa da kalbini yalnız bırakmayan sevmeyi bir ibadet edinen insan için izlemeye değer bir film olacak.

Good Grief: Say Duygular ve Yüzleşme

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...