Bergen: Acıların Güçlü Kadını
Seneler önceden film fikrini az çok bildiğimiz, oyuncu seçim aşamasının çetrefiline de tanıklık ettiğimiz ve benim gerçekten son zamanlarda büyük bir merak ve heyecanla beklediğim Bergen filmi dün itibariyle sinemalarda yerini aldı. Filmin sancılı bir oyuncu karar süreci olmuştu. Yaklaşık 2-3 yıldır Bergen’in filminin çekileceği haberi zaman zaman sosyal medyada karşımıza çıkıyordu. Bergen karakteri için Serenay Sarıkaya ve Demet Evgar ile görüşülse de son olarak Farah Zeynep Abdullah’ta karar kılındı ve bana göre bu üç isim arasından bu filme en yatkın isim seçildi. Farah Zeynep Abdullah’ın dönem işlerinde tecrübesi olduğunu ve bu yapımların her birinde başarılı performanslar sergilediğini bildiğim için Bergen’i izlemeden önce de bu kararı yerinde bulmuştum. Nitekim filmi izlediğimde de yönetmen noksanlıklarına rağmen fikrim değişmedi. Filmde Farah Zeynep Abdullah’a Tilbe Saran, Erdal Beşikçioğlu, Nergis Öztürk, Ali Seçkiner Alıcı, Ahmet Kayakesen, Arif Pişkin, Şebnem Sönmez ve Suzan Kardeş gibi başarılı bir oyuncu ekibi eşlik ediyor. Filmin hikâyesini Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt kaleme alırken, yönetmenliği ise Mehmet Binay ve Caner Alper üstleniyor.
Filmin konusunu anlatmama maalesef ki gerek yok. Çünkü Bergen’in yaşadığı acılar sebebiyle herkes az ya da çok fikir sahibidir Bergen hakkında ama film sadece Bergen’in acılarını ele almıyor. Filmde Belgin Sarılmışer’in Bergen oluşunu, Acıların Kadını olmadan önceki hayalperest, umutlu ve renkli yanlarını da izliyoruz. Bu durumun artılarının yanı sıra büyük eksileri de var. Bu eksilerden kastım Bergen’in sadece 30 yıl süren hayatının yaklaşık 20 yılının 125 dakikalık bir filme indirgenmesindeki doğal pürüzler. Bahsettiğim pürüzler bence filmin bir kısmında bütünlüğü olumsuz etkileyip seyirci açısından takibi zorlaştıran cinsten. Çünkü filmde Belgin’in anne ve babasının ayrılışı, annesiyle Mersin’den Ankara’ya gidişi, müzik eğitimi alışı, konservatuara girişi ve sahneye adım atışı gibi dönemleri art arda ve yumuşatılmaya çalışılsa da keskin kalan geçişlerle izledik. Bergen’in birden fazla yönünün ele alınıyor olması da doğal olarak başlardaki kısa sahnelerde derinliğe zarar vermiş ve oyunculuklar iyi olsa da havada kalmış. Neyse ki bu durum filmin ikinci yarısında düzeliyor. Özetle filmin ilk yarısı hızlı geçişler, kısa sahneler sebebiyle tam oturmayan oyunculuklar ve hikayeye dair soru işaretleri içeriyordu diyebilirim.
Filmin ikinci yarısında sahnelerin süresi arttığı için oyunculuklar da gayet sahici ve uyumluydu. Farah Zeynep Abdullah; Bergen’in yüzünün geldiği halden ötürü aynalara bakamadığı, sevgisini hiç göremediği babası tarafından onaylanmak için evlenmekte aceleci davrandığı ya da hep hayatında para, baba, sahne, aşk gibi şeylerden birinin eksikliğini illaki yaşadığını söylediği sahnede Bergen’in hissettiği acıyı, pişmanlığı, öfkeyi gerçekten kendisi yaşayarak bizlere de hissettirdi. Takip edildiğini düşünüp arkasına bakarak yürüdüğü sahnede o korkuyu biz de duyduk. Zaten oyuncunun heyecanı ve sevip isteyerek oynadığı fazlasıyla belliydi, yani o emeği görebildim. Başrol dışında özellikle de Tilbe Saran’ın filmdeki en ağır taş olduğunu düşünüyorum çünkü sahnelerin hacmini artıran ve filmi o an için gerçek yapan bir içtenlikle oynamış. Çok iyi bir oyuncu olduğu su götürmez bir gerçek olan Erdal Beşikçioğlu’nun, karakterinin soğukluğunu ve kötü adam imajını verecek en iyi oyuncu olduğunu söylesem abartmış olmam. Nergis Öztürk filmin çok güzel bir rengi olmuş, kendisini genellikle sert ve soğuk karakterlerden tanıyor olsam da Bergen’in hikâyesinde Nadire ile yer alması beni son derece mutlu etti ve oyunculuğunu izlemekten de her zamanki gibi keyif aldım. Zaten oyuncuların hepsinin her rolü kotaracak isimler olduğunu düşündüğüm için filmdeki yetersizlikler yönetmenlerin hanesine yazılıyor maalesef. Bu yetersizliklerden biri konuşma şekliydi. Mesela Bergen’imizin Nadire (Nergis Öztürk) ile dertleşirken ya da evde annesine gitmek isteyip haline sitem ettiği sahnelerdeki konuşma şekliyle diğer sahnelerdeki konuşma şekli arasında belirgin farklar vardı. Gerçek hayatta Bergen, röportajlarından gördüğüm üzere dönemin Türkçesini gayet temiz bir şekilde kullanan, tane tane ve kendine has konuşan biri. Dolayısıyla filmde de gerçeğine yakın bir konuşma şekli ve telaffuz beklerdim ki Farah Zeynep Abdullah da istendiğinde bunu gayet yerli yerinde becerebilen bir oyuncu. Filmde de yer yer bu şekilde konuşuyordu. O yüzden bazı sahnelerde Bergen gibi bazı sahnelerde kendisi gibi konuşan bir oyuncu izlemek yönetmen hatasıdır. Tabi ki konuşmaların bu şekilde olmasının bir sebebi ve mantığı varsa orasını bilemem.
Filmde dramın dozu yerindeydi, ağladık ama filmden de kopmadık. Hayatımızın üzücü bir gerçeği ve problemi haline dönüşen kadın cinayetlerinin başında gelen isimlerden biridir Bergen. Ve Bergen’in hikâyesini izlerken onu hayattan koparan, hikâyesini yarım bırakan kişiyi yani zaten hayatını çalmış birini yoğun bir şekilde, romantize etme havasında izlemek yerine Bergen’in ne düşündüğünü ne hissettiğini umutları olan bir genç kızın acının temsili haline gelmesini izlememiz yerli yerindeydi. Çünkü bence yaşananlara acılar silsilesi ya da duygu şelalesi gibi trajik bir pencereden değil de ‘Hayatı elinden alınan bu kadının bir hayatı, hayalleri, bir annesi vardı’ gibi gerçekçi bir pencereden bakmak Bergen’i Müslüm ve Dilberay gibi filmlerden ayırıyor. Bergen’in katilinin hala TV programlarına çıkarılıp yaptığı kötülükleri göğüs gererek dillendiriyor olması düşünülünce bu duruşsuz prim dünyasının aksine filmde katilin isminin son bilgi metni dışında hiç geçmemesi dikkat çekici ve değerliydi çünkü bu kişi Bergen’i, çektirdiği acılarla meşhur ettiğini iddia etse de tam aksini, yaptığı kötülükleri kullanmaya devam ettiğini gördük bugüne kadar. Bergen evet bir film ama aynı zamanda da çok acı bir gerçek. Bu sebeple Bergen kadar Bergen’in annesini de izledik filmde. Bergen’e zarar gelmesin diye bir noktaya kadar boyun eğen bir anneydi. Bergen ve annesinin kumaşçıdaki pişmanlık bağlamlı konuşmalarında etkilenmeyen olmamıştır diye düşünüyorum. Daha güzel şeyler yaşansın diye çabalarken çok daha kötüleriyle karşılaşan bir anne ve annesi için acılara katlanan bir kızın kısa ama çok iç acıtan bir konuşmasıydı.
Değinmek istediğim bir diğer nokta müzikler. Farah Zeynep Abdullah daha önce de filmlerinde şarkılar seslendirmişti ama o şarkılar arabesk değildi bildiğim kadarıyla ve Bergen’de şarkıları nasıl seslendireceği, hangi şarkıların filmde yer alacağı merak konusuydu. Rahatça söyleyebilirim ki Bergen’in sesi ile kendi ses tonu arasındaki farka ve yer yer detone olmasına rağmen arabesk gibi zor bir türün parçalarını beğenerek dinletti. Filmdeki müzik kullanımı da hayatı müzik olan bir kadının filminde olması gerektiği kadardı diye düşünüyorum. Çünkü fazla müzik kullanıldığında film tamamen müzikler üzerine kuruluyor ve film bittikten sonra akılda kalan sadece şarkı sözleri oluyor.
Filmin sanat yönetmenliği, kıyafetleri ve makyajları da güçlüydü. Film öncesinde haftalardır paylaşılan afişler, fotoğraflar ve fragmanlarda zaten Farah Zeynep Abdullah’ın Bergen’e dönüşümünü görmüştük ve merakımız artmıştı. Filmde bu açıdan hoş detaylara, dekorlara ve kostümlere doyduğumu düşünüyorum kendi adıma. Güçlü yanların yanı sıra üzülerek söylüyorum ki 1986 röportajını TV detayı olarak değil de en azından 30-40 saniyelik bir diyalog olarak izlemeyi çok isterdim.
Filmdeki güzel detaylardan biri de ‘Bergen’ isminin nereden geldiğiydi. Ben Bergen’in, sahne adı seçerken (doğruluğu hakkında bilgim yok) Norveç’in bir şehri olan Bergen’den esinlendiği bilgisini bir yerde okumuştum ama filmde almak isteyip alamadığı çellonun ismi olarak geçiyordu ve Bergen’e sesinin enstrüman olduğunun söylenmesiyle anlamlanan hoş bir detaydı bu.
Sona gelecek olursak, ben bu filmden bir yanım mutsuz bir yanım mutlu ayrıldım. Mutsuz ayrıldım çünkü Bergen gibi pek çok kadının yaşadıkları ve yaşayamadıkları hep eksik, hep yanlış ya da yüzeysel anlatılıyor hatta hiç anlatılmayanları da var. Çünkü bu konular konuşulmaktan çekiniliyor. Aynı zamanda da mutluyum çünkü altından kalkması zor bir film Bergen. Bunun sebebi de filmde asla kusursuz şekilde yansıtılamayacak bir konunun işlenmesi ve büyük acılara, korkulara maruz kalmış bir kadının birden fazla yönünün ele alınması. Bu gibi konularda eksikliklerin giderilmesi için çeşidin fazla olması gerektiğini düşünüyorum. O sebeple az örneği olan yapımların eksiklerine değil de daha çok doğru yapılan kısımlarına odaklanmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla da Bergen filminin içinde yer almaya cesaret edebilen herkesi tebrik ediyorum çünkü yaşadıklarına uydurulan kılıfların aksine acılarına rağmen çok güçlü kalan bir kadının güzel ele alınan bir hikâyesi bu film. İyi ki Bergen’i izledik, onu andık. Bergen gibi onca kadının yaşadıkları unutulmamalı, yaşananlara sessiz kalınmamalı. İnsanları, özellikle de kadınları acılarından önce görüp duyabildiğimiz, onlar aramızdayken değer verebildiğimiz, hayallerinin yarım kalmasını önleyebildiğimiz, anılarına sahip çıkabildiğimiz ve suçluyla suçsuzu ayırt edebildiğimiz günler diliyorum.
Bergen: Acıların Güçlü Kadını