21. Filmekimi İzlenimleri #3: Corsage – The Menu – Pacifiction
Tekrardan merhaba! Filmekimi’nin belki de birlikte yazma şansı edineceğim en iyi üçlüyü İmparatoriçe Elisabeth’in beden algısı üzerinden ele alındığı Corsage, cüretkar bir korku-komedi olan The Menu ve durgun bir kabusta gitgide seyircisini hapseden Pacifiction oluşturdu. İyi okumalar dilerim.
Corsage
Yönetmen: Marie Kreutzer
Oyuncular: Vicky Krieps, Colin Morgan, Finnegan Oldfield, Jeanne Werner, Alma Hasun
Marie Kreutzer’ın son filminin ismini İmparatoriçe Elisabeth’in onu tanımlayan, belki de vücudunun modaya, kraliyetin erkeklerine vereceği etkilenmelerin temelini alan giysisi oluşturuyor. Her sabah hizmetçilerinden daha sıkı bağlamalarını istediği, aylar, mevsimler boyu sürekli bir ülkeden diğerine geçtikçe gün içinde azar azar kendiliğinden gevşeyen korsesi, korseleri. Farklı renklere, işlemelere sahip dolaplar dolusu tarihi belge bunlar, Elisabeth’in hatırlanmasını sağlayacak tek mirası olan fiziğini, duruşunu ve giyimini koruyacak muhafızlar bir bakıma. Kreutzer, hakkındaki her sözün tek bir imajı devam ettirmek, kraliyetin azıcık onurunu incitmemek için söylendiği bir figürü tam da bu daracık, içinde hareket etmesi zor kumaş parçaları üzerinden inceliyor. Elisabeth her sabah aynı görüntüyle, incecik vücuduyla çıkıyor odasından ancak geceleri biraz daha dağınık, bakımsız halde giriyor yatağına. Aynı ailesinin korumaya çalıştıklarından kaçıp kendi sevdiklerini, bir ifade oluşturabileceği yerleri veya biraz daha farklı görülmek, hissedilmek için deneyim ettiği yeni icatları git gide benimsediği, tarihin yaşlı hafızasını üstünden silkelediği gibi. Kreutzer’in yarattığı bu bağımsızlığa mecburluk hissi, Vicky Krieps’in lineer anlatım dilinin bayıklığıyla dans ettiği performansını sürekli bir ölüm eşiğinde, İmparatoriçenin geride bırakacaklarında hayal etmeye çalışıyor. Fotoğraflandığı anların sessizliğine meydan okuyan, uğultusu duyulan görünmez bir çığlığın yankılarını topluyor sanki. İçinde azıcık daha nefes alınabilir, geniş bir anlatım kurmak, tozlu bir sayfanın kafesinden kurtulmak için.
The Menu
Yönetmen: Mark Mylod
Oyuncular: Anya Taylor-Joy, Ralph Fiennes, Nicholas Hoult, John Leguizamo, Paul Adelstein, Hong Chau
Mark Mylod’un filmi, bir deneyim edinmeye stüdyo tarafından davet edildiğimizi söyleyerek başlıyor. Sonrasında ne elde edeceğimizin veya memnun kalıp kalmayacağımızın tamamen belirsiz olduğu bir davet bu. Sadece üzerinde altın harflerle yazılmış bir “içindekiler” bölümü mevcut. Başlık altında yazılan her şey, insanoğlunun üzerinde tepine tepine yürüdüğü bir mezarlığı andırıyor ve Mark Mylod bu malzemelerden beslenme alışkanlıklarının tarih boyunca katlettiği, ederini bilmeden tükettiği ve anlamadan hakaret ettiği tüm değerleri az pişmiş, tabaklarının dibinden kan damlar şekilde ustalıkla servis ediyor. The Menu her şeyden önce kendi ambalajının, vicdani bir sorgulama, günahlarını izleyeninin yüzüne vuran bir korku temasının içinde bulunduğunun fazla farkında bir film ve tüm dertlerini farklı tahtalarda doğramayı seçiyor. Bu açıdan koyu bir komedi gösterisi gibi, parça parça tasarlanmış ve seyircisini hedef alırken bunun o kadar da altını çizmeyen, davetiyesinin ihtişamına bütünlüklü ve davetkar bir yanıt sunmayan bir film aynı zamanda. Gecenin planı çok net ayarlanmış olsa bile yemeklerin porsiyonu yeterince iyi dağıtılamadığından en sonda bağıra bağıra “şaheser” olacağını şef karakterinin ağzından duyduğumuz finali yeterince doyurucu gelmiyor bu yüzden. Yönetmenin Succession’da kocaman savaş meydanlarının gürültüsünü hapsettiği rejisi, sanki burada ayaklarının altında gezdiği dev egolara meydan okuyor, geçmişin utancında boğmaya çalışıyor onları. Ancak mutfağında öyle sert, aceleci davranıyor ki, yaptığı her yemekte bıçağının ucu biraz daha köreliyor, saklandığı perdenin arkasındaki kıpırtısı daha belirgin, stratejik olarak daha zayıf hale geliyor ister istemez.
Pacifiction
Yönetmen: Albert Serra
Oyuncular: Benoît Magimel, Sergi López, Pahoa Mahagafanau, Lluís Serrat, Montse Triola
Albert Serra, üzerinde bulundukları adada yirmi yıl aradan sonra tekrar nükleer testlere başlanacağını duyan bir halkın sürekli sarhoş, tedirgin ve umutsuz hallerini izliyor Pacifiction’da. Kamerasının gördüğü herkes tam şu anda, bir kara parçasının üstünde nefes alıyor ama birbirlerine anlatarak, direnişin planını yaparak etkisini hafifletmek istedikleri paranoyaları gökyüzünde, denizin altında, geçmişte ya da gelecekte bekliyor onları. Korkunç bir araf, cennet görünümünde bir cehennem, yıkılmak üzere olan bir gerçeklik Serra’nın peşine düştüğü, karakterlerinin ise bilinçlerini kapayarak kaçmaya çalıştıkları. Aklın iradesi kimsenin dostu değil artık, yalnızca uyanılması gereken bir rüyanın karmaşıklığına güvenilebiliyor. Adada yaşayanların korkudan, yorgunluktan veya alkolden çatlayan beyinlerini susturmak için durmadan konuşmaları, hiçbir şeyin yaşamadığı bir coğrafyada teselli aramaları da bundan. Doğanın sessiz deviniminde kaybolup giden varlıklarını daha belirgin, fark edilebilir, bir şeyleri değiştirebilir hale getirmek tek çareleri. Ağızlarından dökülen her sözcük ise geleceği daha anlaşılır, kıyameti daha beklendik kılmak için bir fırsat. Sonradan Serra’nın olağanüstü senaryosundan, kendi çaresizliklerinden, başaramayacakları planlarından saklanmak, sonsuza dek susmak isteyecek olsalar bile yakalamayı içten içe umacakları türden hem de. Tüm bunlara rağmen yaklaşık üç saat boyunca izlediği karakterlerin yenilgilerini umursamadan, yine aynı hevesi sahiplenerek böylesine parıl parıl bir sinematik kabusa gözlerini kısmadan bakmak, onu tam anlamıyla görmek geçiyor insanın içinden. Albert Serra, işte bu kadar boşlukta sallandırıyor, kendi halüsinasyonlarını sahiplenmeye mecbur bırakıyor seyircisini, aynı adadakilere yaptığı gibi.
21. Filmekimi İzlenimleri #3: Corsage – The Menu – Pacifiction