2073: Geleceğimiz Karanlık, Farkında Mısın?
Festivallerin en güzeli olan İstanbul Film Festivali yine geldi çattı. Çattı mı? Çattı tabii. Bugün, Oscar ödüllü yönetmen Asif Kapadia’nın docudrama türündeki çarpıcı filmi 2073 ile festivalin açılışını yaptım. Asif Kapadia, filmin senaryosunu The Island on Bird Street (Søren Kragh-Jacobsen, 1997), Fear and Loathing in Las Vegas (Terry Gilliam, 1998), Death Defying Acts (Gillian Armstrong, 2007), How I Live Now (Kevin Macdonald, 2013) ve The Man Who Killed Don Quixote (Terry Gilliam, 2018) filmlerinin yanı sıra Electric Dreams (2017–18) ve The Young Pope (2016) dizilerinin senaristi Tony Grisoni ile birlikte kaleme alıyor.
Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan bu film; faşizmin başlangıcından 11 Eylül olaylarına, mali krizden açgözlü emperyalizme kadar dünyanın karanlığa geçişini tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Mars Production’ın Türkiye haklarını aldığı bu film, İstanbul Film Festivali kapsamında 11, 13 ve 15 Nisan tarihlerinde gösteriliyor.
Film, adı üstünde, bizi 2073 yılına götürüyor. Fakirlikle zenginliğin ayrıldığı, yaşadığımız dünyanın anlamını yitirdiği; ayrıcalıklı zenginlerin yükseldiği, fakirlerin ise düşüşe geçtiği bir geleceği resmediyor. Dünya yıkılmış, felakete sürüklenmiş; teknolojinin ve yalanın ele geçirmesiyle tam anlamıyla karanlığa gömülmüş vaziyette. Böylesine karanlık bir dünyada hayatta kalan Hayalet (Samantha Morton), geçmişin tahribatından kalanları toplayarak geçimini sağlıyor. Babaannesinin ölümünden beri tek başına hayatta kalan Hayalet, eline geçen Malcolm X kitabını okuyarak yaşanan dünyanın nedenlerini anlamaya çalışıyor. Bu nedenleri yalnızca filmdeki Hayalet değil, biz de onunla birlikte anlamaya başlıyoruz.
Bununla birlikte, dünyanın bu denli karanlık hâle gelmesinin nedenlerini geçmişten öğreniyoruz. “Ormanlar neden tahrip oluyor?”, “Savaş neden çıkıyor?”, “Zengin-fakir ayrımı neden var?” gibi sorular eşliğinde filmi dikkatle izliyoruz. Bu sorulara yanıt bulduğumuzda ise daha acı gerçeklerle karşılaşıyoruz. 11 Eylül olayları, ırk ayrımı, Trump’ın gelişiyle zenginliğin yükselişi, ekonomik krizler derken; yapay zekâ teknolojisinin de devreye girmesiyle, hiç farkına varamadığımız ya da fark etsek de harekete geçemediğimiz karanlık bir dünyanın ayak seslerini duyuyoruz. Asif Kapadia, beş duyumuzla yüzleştiğimiz bu gerçeklerle adeta yüzümüze ne tokadı, yüzümüze yumruk atıyor… Yumruk, yumruk!
Ben, oldum olası Asif Kapadia’nın filmlerini severim. 2011’de Senna, 2015’te Amy, 2016’da Ali & Nino derken geçtiğimiz yıl çektiği Federer filmiyle hem belgesel hem de kurmaca sinemaya hâkim olduğunu gösterdi ve göstermeye de devam ediyor. Kapadia, bana kalırsa günümüzde İngiliz sinemasının Kieslowski’si sayılabilir. Bu filmle Kapadia yalnızca belgesel ile kurmaca sinemayı birleştirmiyor; aynı zamanda karanlık dünyamızın ansiklopedisini sunuyor adeta.
85 dakikalık süresine rağmen zaman hiç hızlı geçmiyor. Aksine, anlamak ve sindirmek için yavaş, gerçekçi bir anlatımla ilerliyor. Bunu da konuştuğu pek çok gazetecinin röportajlarıyla yapıyor. Asif Kapadia’nın bu filmi, herkes için izlenmesi kolay olmayabilir. Ancak izlediğinizde Aşık Mahzuni Şerif gibi “Yuh!” çekeceksiniz bu olan biten manzaraya.
Görselliği ise tam anlamıyla depresif, distopik, karanlık ve dehşet verici. Üstelik yalnızca filmin geçtiği yıkık mekânlar, kameralar, drone görüntüleri ya da karanlık renk tonlarından bahsetmiyorum sadece; aynı zamanda arşiv görüntüleriyle de bu karanlık gerçekleri destekliyor. Faşizmi destekleyen iş birliklerinden savaşa neden olan silahlanmalara, keyfî şekilde öldürülen insanlardan zenginliğin sefasını süren asillere kadar her şeyi tüm çıplaklığıyla gösteriyor.
Filmin ses ve müzikleri ise inanılmaz derecede tedirgin edici. Robotik seslerden çöpe atılan atıkların sesine, susturulan isyan çığlıklarından yalancı çobanların ve diktatörlerin “asil” seslerine kadar kulağımızı adeta tırmalıyor. Tırmalamalı da zaten; çünkü sinemanın amacı bir şeyleri değiştirmektir ve bu film, görselliği ve sesleriyle acımasız bir anlatım dili oluşturuyor.
Film bir docudrama olduğu için, oyunculara da değinmek lazım. Başrollerdeki Samantha Morton, Naomi Ackie ve Hector Hewer üçlüsü kendine özgü bir enerji yaratmış. Hayalet’i canlandıran Samantha Morton, gerçekten bir hayalet gibi dolaşan ama var olmak için çaba sarf eden karakteri çok iyi yansıtmış. Filmde kısa süre görünen Naomi Ackie ise sağlam bir portre çiziyor. Hiçbir yerde adını duymadığımız Hector Hewer ise bir yapay zekâyı canlandırıyor ve sevecen kişiliğinin ardındaki “Big Brother” izlenimini gayet başarılı bir şekilde veriyor.
İzninizle toparlamak ve bu filmi izlemeniz konusunda siz izleyicilere motivasyon olmak istiyorum. Neden mi? Çünkü şu an içinde yaşamakta olduğumuz bu karanlık günlerde bize yapılmış bir uyarı niteliğinde. Geleceğimizin daha da karanlığa sürükleneceğini, eğer harekete geçmezsek bu dünyanın çok daha kötüye gideceğine dair bir uyarı. Çok da uzak olmayan bir felaket üstelik. Aynı zamanda birçok vizyoner yönetmene ve onların eserlerine saygı duruşunda bulunuyor. La Jetée (Chris Marker, 1962), Qatsi üçlemesi (Godfrey Reggio, 1982–2002) ve HyperNormalisation (Adam Curtis) gibi yapımlara gönderme yapıyor. Asif Kapadia, belgesel ve kurmacada kelimenin tam anlamıyla vizyoner bir yönetmen. Böylesine vizyoner bir yönetmenden de; böylesine vizyoner, böylesine çarpıcı, böylesine şahane bir film festivale gelmiş. Koşun, seyredin!
Puan: 5/5
2073: Geleceğimiz Karanlık, Farkında Mısın?