The Substance: Kendi İliğini Sömürmek
Merhabalar!
Festivallerde alkışa ve ödüllere doymayan o filmi deşiyoruz: The Substance.
Uzun zamandır izlerken bu kadar eğlendiğim bir film olmamıştı. Korku-gerilim filmleri kalabalık izlenmesi keyifli türlerdir, bilirsiniz. Birlikte korkmak, tiksinmek, gerilmek, olacakları tahmin etmek ve karakterlere aldıkları kararlar için kızmak… Evet, bu filmi izlerken bunları bolca yaşayacaksınız…
Coralie Fargeat’ın Hollywood’daki yaşlanma lanetini konu alan yeni grotesk vücut korkusu filmi The Substance, zaten Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü alarak kendini kanıtlamıştı. Tabii sadece iyi bir senaryo diyemeyiz. Demi Moore’un olağanüstü performansı, Fargeat’ın cesur vizyonu, Benjamin Kracun’un görsel dünyası ve daha nice harika öğe bir araya gelmiş.
Kısaca hikâyeyi özetleyelim.
Elisabeth’i ilk kez Ünlüler Kaldırımı’ndaki yıldızının özenle yerleştirildiğini görerek tanıyoruz. Zamanla yıldız kırılıyor, parçalanıyor, kirleniyor… Gerçek Elisabeth’i aerobik programının setinde yakalıyoruz. Seksenler klasiği dar bir mayo ve tayt içinde. Demi Moore, bildiğiniz gibi, harika görünüyor. Ama tabii Dennis Quaid’in canlandırdığı Harvey için yeterince harika değil. Kendisinden bir öğle yemeğinde yüksek sesle karides yerken nefret edeceksiniz. Filmin tüm o vahşetli sahnelerine, iğne sahnelerine rağmen en rahatsız edici sahne bu olabilir…
Harvey, Elisabeth’in patronu ve onu programından kovuyor, çünkü onun artık çok yaşlı olduğunu düşünüyor. Ve tabii bu büyük travmatik anın ardından “Hayatımı değiştirdi” yazılı bir notla Elisabeth, The Substance ile tanışıyor.
The Substance, kendinizin, DNA’nızın en iyi hâlini vaat ediyor. Tabii bir sınırı ve dengesi var. Demi Moore, yani Elisabeth, iğneyi kendine enjekte ettiğinde kendisinin en iyi hâlini omurgasından doğuruyor. İzlerken sırtıma ağrılar giren bir sahneydi…
Bu temiz, bembeyaz tasarlanmış banyoda kanlar içinde Sue doğuyor. Margaret Qualley’nin canlandırdığı Sue, Elisabeth’in en iyi hâli. Daha genç, daha kıvrımlı, daha pürüzsüz. Filmin röportajlarını izlerken en çok şaşırdığım şey de tam olarak bununla ilgili oldu. Qualley’nin vücudunu daha “mükemmel” hâle getirmek için bir sürü plastik makyaj yapılmış ve film çekimleri boyunca kendi bedenini sevmek üzerine büyük sınavlar vermiş. Filmi çekerken karakteri yaşamış olması, belki de bu kadar sağlam ve bağ kurabileceğimiz bir karakter haline gelmesini sağlamış. Yaptığı her şeye rağmen…
Tabii Elisabeth sonsuza kadar Sue olarak yaşayamaz. Daha önce belirttiğim gibi, bir dengesi var. 7 gün sonunda kendi bedenine dönmesi ve kendi bedeninde yaşaması gerekiyor. O 7 güne kadar da asıl bedenden, yani Elisabeth’in bedeninden, bir doz omurilik sıvısı enjekte etmesi gerekiyor. Yoksa Sue Hanım’ın başı dönüyor. Peki bu suistimal edilirse? İşte tam olarak orada işler kopuyor. Sue, işler iyi gidince bedeni daha fazla kullanmak istiyor. Fazla omurilik sıvısı kaybeden Elisabeth’in bedeni de çürümeye başlıyor…
Elisabeth’in dünyada var olduğu hafta işler biraz daha kasvetli tabii, haliyle. Mutlu olmak ve kendi bedeninde hayata devam edebilmek için bir randevu ayarlasa da bu, işleri daha da uçuruma sürüklüyor. Giysisini ve makyajını tekrar tekrar ayarlıyor, aynada gördüklerinden giderek daha fazla memnuniyetsizlik duyuyor. Sonunda, bir öfke anında yanağına şiddetle ruj sürerek deliriyor. Demi Moore’u kendi suratına bu kadar saldırırken görmek oldukça zordu, suratı parçalanacak sandım.
Tabii hâl böyle olunca Elisabeth bedenini daha da hor görüyor ve Sue daha fazla suistimal etmeye başlıyor. İşleri çok iyi giden Sue’nun daha fazla vakte ihtiyacı oldukça Elisabeth daha da çürüyor. Deforme oldukça toplumdan daha da kopan Elisabeth deliriyor. En sevdiğim sahnelerden biri de burada. Elisabeth’in delirip evi çürüyen Fransız yemekleriyle doldurması… Demi Moore, bu sahnede de kendini aşmış, kesinlikle. Sue evi o halde görünce o da delirip kendine savaş açıyor. Suistimaller Demi Moore’u tamamen çürüttüğünde, Sue ölmemek için eski bedenine dönmek zorunda kalıyor ama o beden artık bambaşka bir formda. Yönetmenin Cronenberg hayranı olduğunu duymuştum. Ama özellikle bu dönüşüm sahnelerini izlerken The Fly’daki dönüşüm sahneleri hemen gözümde canlandı. Çok iyi esinlenilmiş. Diş dökülmesi, tırnak dökülmesi… Bu deneyimi bize tekrar yaşattığın için teşekkürler Coralie.
Filmin sonunda Sue, kanalın en büyük işlerinden biri olan yılbaşı şovuna çıkıyor. Detay vermeyeyim ama bolca kan kullanıldığı söyleniyor 🙂 Filmin sonunu biraz eleştirebiliriz. Bir yandan izlemesi çok ilginçti, bir yandan da böyle bitmesini pek sevmedim… Yine de keyifle izlediğim ve belki birkaç kez daha izleyeceğim bir film olduğunu söyleyebilirim.
Özetle, izlerken “Bunu biz kendimize yapıyoruz.” diyeceğiniz, asıl canavarın içinizde olduğunu ve onu yönetemediğinizde ruhun ve bedenin nasıl parçalandığını derinlerinizde hissedeceğiniz bir film. Bastırdıklarınızla yüzleşmeye hazır mısınız? 🙂
Mısırları patlattıysanız yazıyı burada sonlandırıyorum.
İyi seyirler!
The Substance: Kendi İliğini Sömürmek