The Recruit: Avukat Gözünden CIA
Geçtiğimiz ay Netflix’te CIA’i ve ajanlara dayanan aksiyon yapımlarına hiç alışık olmadığımız bir gözden bakan The Recruit yayınlandı. Daha kapağında yeni nesil Hollywood oyunlarından Noah Centineo’yu görür görmez aksiyondan çok, çok tatlı seviyede absürtlük olacağını düşündüğüm yapımda Noah Centineo, CIA yeni başlamış ve gerçek bir acemi avukat olan ama beladan da uzak kalamayan Owen Hendricks’i canlandırıyor. Owen’ın başına en büyük belaları açacak olan Rus ajan Max Meladze’yi Laura Haddock, Owen’ın unutmadığı eski aşkı Hannah’ı Fivel Stewart, en yakın arkadaşı Terrence’ı Daniel Quincy Annoh, Ajan Lester’i Colton Dunn canlandırırken, Vondie Curtis-Hall, acemi Owen’ın patronuna hayat veriyor.
8 bölümden oluşan ve her bölümün ortalama 50 dakika olduğu yapım bizi açılışta hızlı bir flashforward ile karşılıyor. Owen’ı avukat olsa da CIA’nin bir saha operasyonunda görüyoruz ve saha ajanları bu durumdan memnun olmadıklarını gayet açıkça belli ediyor. Sahada işlerin en sarpa sardığı anda 2 hafta geriye gidiyoruz ve işleri bu raddeye getiren olaylar silsilesinin en başına yani Owen’ın CIA’de avukat olarak başlamasına geri dönüyoruz.
Yapım ilgi çekici bir hikayeye sahip. CIA’in genel merkezinde ajanlardan ya da teknolojik oyuncaklardan çok sıradan bir ofisten hiçbir farkı olmayan hukuk müşavirliği bölümündeyiz. Owen bütün acemiliği ile herşeyi sorup öğrenmeye çalışırken, eski çalışanlar başları herhangi bir belaya girmesin diye Owen’a bir şey öğretmekten, göstermekten ve anlatmaktan kaçınıyorlar. Kendi başına işleyişi öğrenmeye çalışan Owen, eski bir casusun CIA’yi ifşa edeceğini söylediği mektubu bulur ve bütün her şey çok hızlı bir şekilde sarpa sarar. Yapımın temel dinamiği bu sarpa sarışlarda Owen’ın düştüğü durumlar ve verdiği tepkiler üzerine kurulu ki bu da bize çok eğlenceli sahneler izlememize sunuyor. Başrol Noah Centineo’nun bana kalırsa alameti farikası da tam olarak bu. İzlemekten çok keyif aldığımız Spider-Man ya da Deadpool gibi Noah’ın hayat verdiği karakterler genel olarak gergin hissedince ya da karmaşık bir durumun içine düştüğünde absürt ve komik tepkiler vermesi. Ki bu yapımda bu durumlar oldukça fazla.
Olaylar sarpa sardıkça Owen işleyişi en zor yoldan öğreniyor ve gelişiyor. Absürt bir ciddilik ve kaosa sahip dizide acemi avukatımız geliştikçe cesaretleniyor ve kaos daha da eğlenceli hale geliyor. Bunun yanında alışılmışın dışında olarak CIA’de çalışan ve sahaya çıkmayan birinin günlük sıkıcı hayatını da görüyoruz. Bu da gözümüzde hep neredeyse uzay teknolojisine sahip ve yüzlerce Jason Bourne gibi ajanı olan CIA’in farklı bir yüzünü görmemize ve durumla eğlenmemize olanak sağlıyor. Owen deneye yanıla ve çuvalladıkça tecrübe kazanıyor, dayak yiyor, korkutuluyor ama absürt cesareti ve özgüveninden hiç bir şey kaybetmiyor. Bu kadar beladan sonra eve dönmesi ve sıradan arkadaşları ile sıradan vakit geçirmeye çalışması bize bu kadar aksiyon ve karmaşanın döndüğü dizide sakinlik katıyor. Kaçırılıp dövüldükten sonra dünden kalan soğuk pizzayı yedikten sonra uyumaya gittiğinizi düşünün tam olarak böyle durumlar var.
Yapımın dinamik bir ilerleyişi var. Anlık ve aniden gelişen mekan değişimleri sizi zinde tutuyor. Örnek vermek gerekirse ana aksiyonun henüz başlamadığı hikayenin gelişme bölümleri olan ilk 3 bölümde 3 farklı ülke ve 4 şehri ziyaret edip gezdik. Bu ziyaretler ve orada gelişen hikaye bir kaç dakika içinde çözüme kavuştu (ya da daha da karmaşık hale geldi) ve biz geri döndük. Müzikler ve kamera açıları da bu akışa uygun bir şekilde dinamik ve eğlenceli. Hareketli müzikler ve hızlı kamera hareketleri bizi eğlendirmeye yardımcı oluyor.
Dizide aksiyon sahneleri ön planda değil, genel olarak hikaye yapımın önemsenen tarafı. İlk başlarda Owen kadar saf ve cahilken zaman ve hikaye geliştikçe geçtikçe bizde oyuna dahil oluyoruz. Fakat bu aksiyon sahneleri kötü demek değil. Hikayenin aksiyon yükünü Owen’ın baş belası olan eski casus Max Meladze çekiyor. Çok süslü sahneler görmesek de ilgi çekici Rus casusumuz Max, bize tatmin edici aksiyon sahneleri sunuyor. Hatta Max’in hikayesi başlı başına bir intikam hikayesi olacak kadar derin bir altyapıya sahip. Max ve Owen dahil karakterlerin hikayelerini flashbacklerle görüyoruz. Dizi bu anlarda bize önceden hissettirdiği önyargıları kendi elleriyle parçalıyor. Bu geçmiş parçaları ana hikaye ile bir noktada birleşiyor ve daha da anlamlı hale geliyor. Burada mini intikamlar ve ödeşmeler görüyoruz.
Dizide en hoşuma giden noktalardan biri ise çok kısa bir sahneden gördüğümüz bir karakter bile bir noktada hikaye ile bağlantılı çıkıyor ve katkısı oluyor. Hoşuma gitmeyen bir nokta ise evet hikayenin karmaşası eğlenceli ve sürükleyici, Owen’ın ve diğer karakterlerin gelişimi de tatmin edici fakat olaylar çok dallanıp budaklanıyor. Bir noktadan sonra “Şimdi bunu niye yapıyorlar ki?” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Ama o kadar sürükleyici ki bunu hemen unutuyorsunuz. Sürprizli ve şok olacağınız bir sonu var ve 2. sezonu gerçekten merak ediyorsunuz. Çünkü sizi o şokla baş başa bırakıp dizi bitiyor.
Toparlayacak olursak The Recruit’i izlerken hiç bitmesin istedim diyebilirim. Sürükleyiciliği ve hikayesi bana iyi hissettirdi. Kendimi oyunun içinde biriymiş gibi hissettiğim ve izlerken keyif aldığım, alışılmışın dışında bir yapım. Mutlaka izlemelisiniz. Max ve Owen uyumunun uyumsuzluğu size çok komik gelecek.
The Recruit: Avukat Gözünden CIA