Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri The Quiet Girl: Sessiz Duvarlar Arasında

The Quiet Girl: Sessiz Duvarlar Arasında

Yazar: Tunahan İbiş

The Quiet Girl: Sessiz Duvarlar Arasında

Ödül sezonunun sonuna doğru yaklaşırken sanıyorum bu sene birçoğumuzun en çok aklında kalan coğrafyalardan biri İrlanda’nınki oldu. Bir şekilde kendini oraya ait hisseden her yönetmen; geniş ovalar, yeşil vadiler ve heybetli dağlar arasında gidip gelen pastoral –ama gösterişsiz- bir dokuyu filmine katmış, ele aldıkları dramların hüznünü tuhaf bir komedi anlayışı ile dağıtıvermişlerdi. Türkçeye Emanet Çocuk olarak çevrilen Claire Keegan imzalı Foster’ın uyarlaması The Quiet Girl de bir istisna değil. Ancak aynı toprakları paylaştığı –En İyi Kurgusal Kısa Film ödülünün muhtemel sahibi olarak görülen – An Irish Goodbye’ın pek de yaratıcı olmayan optimizmi ve şimdiden klasikleşmiş The Banshees of Inisherin’in kıkırdatan alegorisinden ayrılan önemli bir yönü var. Colm Bairéad; Keegan’ın metninden aldığı destekle belki de en sahici sosyolojik analiz kaynağının, bir çocuğun yetişkinler dünyasına olan bakışının peşine düşüyor The Quiet Girl’de.

Dokuz yaşındaki Cáit; üç kız kardeşi, eve pek sık uğramayan babası ve hamile annesi ile ücra bir köyde yaşamaktadır. Ailesi, belirtmedikleri bir sebepten Cáit’i geçici olarak üç aylığına, yeni kardeşi doğana kadar annesinin kuzenine, Kinsella çiftinin evine bırakmaya karar verir. Evet, anne gizli gizli mutfakta ağlamaktadır, okul hayatı pek de heyecanlı geçmemektedir, sene boyunca yağmur yağmadığı için hasatlar toplanamamıştır ama ortada büyük bir kriz hali söz konusu değildir veya sadece dillendirilmiyordur.

Kitabı okuduğum sıra yabancı bir yuvaya girerken Cáit’in ailesine dair daha çok detayın aralanacağı, sessizliğinin arkasındakilerin küçük küçük eşeleneceği bir hikâye bekliyordum bu yüzden. Aynı hataya, babanın kızı Kinsellaların evine bıraktığı, ayrıca son derece iyi ekrana taşınmış, sahnede de düştüm. Sanıyorum bu, yetişkinlerin birçok yönüyle aksayan, bozuk iletişimlerinin iki eserin de sadece başında ve sonunda sanki kalın birer parantez işlevi görmesinden kaynaklı. Hâlbuki The Quiet Girl’ün belli etmeden zeminini bu sahneler üzerine kurduğu hikâyesi, havadan sudan konuşulan sohbetlerin dışarısında kalmış bir çocuğun gözlemlerini anlamlandırmaya çalışmasını anlatıyor. Bairéad’in dili belki Keegan’ınki kadar saf değil ama Cáit’in ağzından dökülecek sözcükleri beklerkenki olağanüstü sabrı filmin her anına siniyor.

Tahmin edilenin aksine başka bir aileye emanet edilmiş bir çocuğun gurbet acısına değil, birlikte üç ayını geçireceği Bay ve Bayan Kinsella’nın kaybı üzerine kuruluyor The Quiet Girl. Geldiği andan itibaren Cáit, bu kocaman ve rutini her sabahtan belli evin hâlâ üzerinden silkemediği geçmişinin tezahürü, hatırlatıcısı oluyor bulunduğu her odada, döndüğü her köşede. Ama Keegan’ın -hele ki kitapta karakterin birinci kişi ağzını gereğinden çok daha olgun ifadelerle oluşturmuş- metninin düştüğü handikaba Bairéad da takılıyor. Bir yetişkin tarafından yazıldığı çok belli bir anlatı, yersiz bir kendini açıklama ihtiyacı var her iki sanatçıda da. Bairéad’ın senaryoyu kitapla neredeyse bire bir tutarak takip ettiği vizyon, oldukça nüanslı bir hikâye anlatmasına ve iç sese neyse ki başvurmamasına rağmen kıpırtısını açık açık gösterdiği detayların altlarını çizmeye pek hevesli maalesef. Öyle ki, giydiği giysiler, her gece uyumaya gitmeden önce karşılıksız kalan iyi geceler dilekleri ve ev halkının sessizce ettiği kavgalar, Cáit’i ve anlayamadıklarını oldukça iyi tasarlanmış montaj sahneleri ile zaten yeterince iyi betimliyordu diye düşünüyorum. Karakterlerin özünü böylesine damla damla dolduran bir anlatıyı kaba bir şekilde açık etmenin kimseye yararı yok.

Belki çok alakasız olacak ama hem önce kendisinin sonra da ailesinin gerçeklerini ufak ufak keşfeden bir genci takip etmesi hem de yine yaz mevsiminde kırsalda geçmesi sebebiyle film bana Luca Guadagnino’nun André Aciman’dan uyarladığı Call Me by Your Name’i anımsattı. Onu da rahatlıkla kaynağına sadık bir uyarlama olarak görmek mümkün ancak Guadagnino’nun belli yanlarıyla kendi sinemasına ait hissettiği hikâye parçalarını daha efektif kullanarak, bir şekilde kendi kılıfına uydurup kurduğu yapı olağanüstü idi ve böyle manasız anlarda hâlâ aklımı bir şekilde işgal ediyor. Bairéad ya henüz ikinci uzun metrajını çektiğinden ya da zaten yeterince iyi işlenmiş bulduğu metin ile olabildiğince az oynamaya çalıştığından gereksiz bir pasiflik sergiliyor The Quiet Girl’de. Hâlbuki karakterin ev ve okul arasında gidip gelen yaşantısını kitaptan tamamen bağımsız bir şekilde sahnelediği açılışı, bence her ne kadar bir melodramdan fırlamışçasına Cáit’e bir tür acizlik yüklüyor olmasına karşın aynı zamanda onun hemen hemen her yere duyduğu yabancılığı cömertçe besliyordu. Yine de The Quiet Girl, Jerzy Skolimowski’nin EO filmi ile beraber En İyi Uluslararası Film ödülünü All Quiet on the Western Front garabetine kaybedeceği için en çok üzüldüğüm film oldu. Belki günün birinde üçüncü bir sanatçının elinden geçip “sessizliğini” çok daha iyi yöneten bir metin haline gelir, en azından ben öyle umuyorum.

The Quiet Girl: Sessiz Duvarlar Arasında

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...