The Power of the Dog: Toksik Maskülenitenin Altında Ezilenler
Jane Campion Altın Palmiye ödüllü ilk – ve 2021 yılına kadar da tek – kadın yönetmen olarak sinema dünyasında önemli bir yere sahip. En son 2009 yılında Bright Star’ın yönetmenliğini yapan Jane Campion, tam 12 yıl sonra sinema dünyasına The Power of the Dog filmi ile döndü. Filmi çekmeden önce emekli olmayı düşünen Campion, Thomas Savage’ın aynı isimli romanını okuduğunda etkisinden çıkamadığını ve bu filmi çekme gerekliliği hissettiğini söylüyor.
Jane Campion’un bir filminde ilk kez erkek başrol gördüğümüz bu western drama filmi, Benedict Cumberbatch tarafından canlandırılan Phil ve Jesse Plemons’un hayat verdiği George adındaki iki kardeşin hayatına bir kadın ve onun oğlunun girmesiyle şekil alıyor. 1925 Montana’sında oldukça büyük bir çiftliğe sahip olan kardeşler hayatlarını sürdürürken sakin yapılı olan George, Rose (Kirsten Dunst) ile evlenip onu ve oğlu Peter’ı (Kodi Smit-McPhee) çiftliğe getiriyor. Bu noktada ise Phil ve Rose arasında sessiz bir savaş başlıyor. Filmin konusuna bu şekilde bakıldığında kulağa klişe geliyor ve anlaşamadıkları bariz olan Phil ve Rose arasında inişli çıkışlı bir aşk hikayesinin seyirciye sunulacağı düşünülüyor ama işler hiç de böyle ilerlemiyor.
Yazının devamı spoiler içeriyor.
The Power of the Dog’un çekimleri esnasında Benedict Cumberbatch ve Kirsten Dunst, canlandırdıkları karakterler arasındaki gerilimi seyirciye daha iyi yansıtabilmek için sette konuşmamaya karar vermişler. Doğruyu söylemek gerekirse işe de yaramış. Filmde ikilinin birlikte bulunduğu her sahnede karakterlerden en azından birinin patlamasını, bağırıp çağırmasını bekledim çünkü aralarında süren sessiz savaş, birbirlerinden mümkün olduğunca uzak noktalarda durmaları, göz teması kurmalarına rağmen zaman zaman tek kelime bile etmeyişleri oldukça gerilim doluydu. Phil’in evde yankılanan adım sesleri, Rose’a görünmeden onu gözetlemesi de filmdeki gerilimi destekliyor ve seyirci Rose için endişelenmeye başlıyor.
Kirsten Dunst canlandırdığı Rose karakteriyle başarılı bir performans sergilemiş. Karakterin kendi ayakları üzerinde duran, mutlu ve huzurlu görünen bir insanken sorunlarını alkolle çözmeye çalışan, migren ağrıları çeken ve sürekli diken üstünde duran gergin birine dönüşmesi, Phil’in ona davranışlarından ve yaşadığı yerde Phil tarafından asla kabul görmeyeceğini ve hep bir yabancı gibi hissedeceğini içten içe bilmesinden kaynaklanıyor. Onca pratiğe rağmen piyanoda çalamadığı şarkıyı Phil’in banjoyla ve ıslıkla tek seferde çalması bile Rose’un kendine olan güvenini büyük ölçüde sarsıyor. Rose’un intihar eden eski eşi de öldüğü ana dek çok içen biri olduğu için bu noktada sürekli diken üstünde duran Rose’un da eski eşiyle aynı sonu paylaşıp paylaşmayacağı filmin sonuna kadar bir soru işareti olarak kalıyor.
Rose’un eşi, Phil’in de kardeşi olan George ise filmin başından sonuna kadar aynı karakterle karşımızda yer alıyor. Ekran süresi diğer karakterlere oranla daha az olan George, filmin başında neyse sonunda da o: sakin ve pasif. George çok derin bir karaktere sahip değil ve aslında filmdeki işlevi Phil, Rose ve Peter’ın bir araya gelmelerine sebep olmak.
George’un tam tersi bir karaktere sahip olan, sert mizaçlı ve toksik maskülenitenin hem ekmeğini yiyen hem de mağduru olan Phil ise filmdeki en önemli karakterlerden biri. Rose’u para avcısından farksız görerek onu aşağılayan, evde kabul görmediğini hissettiren ve hatta Rose’un Peter’ın gelişimine engel olduğunu düşünen Phil, etrafındaki insanlardan büyük saygı görüyor. “Gerçek bir erkek” gibi yaşıyor, elini kirletmekten korkmuyor ve takındığı sert tavırla etrafındaki herkesin, özellikle de erkeklerin saygısını kazanıyor. Öyle ki Phil girdiği ortamdaki insanları başarıyla yönetebiliyor. Phil Peter’la dalga geçerse etraftakiler gülüyor, örneğin Peter’ın yaptığı kağıttan çiçekle dalga geçmek yerine onu beğenmiş olsaydı, etrafındakiler de Phil’in kararını benimseyip çiçeğe övgüler dizebilirlerdi. Phil içki vakti derse içerler, yemek vakti derse yerler. Çünkü Phil, toplumun erkeğe atadığı rolü kabullenen ve bu role uygun davranan bir erkek olarak lider konumuna ulaşmış biri.
Filmde yer alan diğer bir önemli karakter ise Peter. Kodi Smit-McPhee Peter karakteriyle çok başarılı bir işe imza atmış. Duruşu, ifadesizliği, soğukkanlılığı seyirciye başarıyla aktarabilmiş. Bana göre her ne kadar filmin konusunda Rose’un adı sıkça anılsa da, film asıl olarak Phil ve Rose’un oğlu Peter arasındaki değişken dinamiğe odaklanıyor. Peter, Phil’in aksine toplumda erkeğe biçilen rolün dışında kalan, kağıtlardan çiçek yapan, at binmeyi bilmeyen kendi halinde genç bir üniversite öğrencisi. Babası intihar ettiğinde onu bulan ve babasının kendisini astığı ipi kesen kişi de Peter, kağıttan çiçekler yapıp mezarına bırakan da. İnsanların kendisine yumuşak ve benzeri lakaplar takmasını umursamayan, neyse o olan biri olduğu için Peter, Phil’in dikkatini çekiyor. Çünkü belli ki Phil, hayatında bunu başaramamış.
Phil’in Peter’ı bu kadar benimsemesi, kendi kanatları altına alıp ona at binmeyi öğretmesi, vaktini harcayarak ona bir halat yapması, tavsiyeler vermesi, muhtemelen Peter’ın toplumda büyük zorluklarla karşılaşacağını ve değişmesi gerektiğini düşünmesinden kaynaklanıyor. Ayrıca Bronco Henry kendisi için neler yaptıysa, Phil de Peter için aynılarını yapmaya çalışarak aynı türden bir bağı yaratmaya çalışıyor. Ayrıca, Phil’in Peter’da kendi yansımasını gördüğünü söylemek de mümkün. Benedict Cumberbatch’in performansı, karakterinin görünen ve görünmeyen hallerini seyirciye hissettirmesi, içinde baskıladığı insanı gözleriyle ve dokunuşlarıyla aktarabilmesi oldukça başarılıydı.
Jane Campion filmlerinde dokunsal dil büyük bir öneme sahip. Campion’un filmlerinde karakterlerin bir yüzeye dokunması, parmaklarını o yüzeyde ağır ağır gezdirmesi hep yakın çekimle ve karakterin o anki hissiyatının derinliğini anlatır şekilde ele alınıyor. Bu filmde de yönetmen bu dokunsal dilden vazgeçmediğini seyircilere gösteriyor. Filmde, zamanında Phil’e bildiği her şeyi öğreten, efsanevi bir isim olan Bronco Henry ile Phil arasında açıkça dillendirilmeyen ama belli öğelerle ima edilen romantik bir bağ olduğu görünüyor. Bronco Henry’nin baş harflerinin işlenmiş olduğu bir kumaş parçası, Phil’in üstünden hiç ayırmadığı, yalnız kalıp kafa dinlerken okşadığı, yüzüne ve vücuduna sürttüğü önemli bir nesne. Çimlerde uzanmış bir şekilde o kumaş parçasına Bronco Henry’e dokunur gibi dokunması, Bronco Henry’nin eyerini saklaması, ölmüş olmasına rağmen dilinden düşürmemesi Bronco Henry ile özel bir bağa sahip olduğu gerçeğini açık bir şekilde gösteriyor. Bu noktada Phil’in olduğu kişiyi ve cinsel yönelimini baskılayarak maço bir kişiliği savunma mekanizması olarak kullanıp, topluma ayak uydurmayı seçtiği çok belli oluyor.
Film Peter’ın “Babam öldüğünde tek istediğim annemin mutluluğuydu. Bir erkek olarak anneme nasıl yardım etmezdim?” sözleriyle başlıyor ve filmin sonunda annesine yardım etmesiyle bitiyor. Aslında burada da ne kadar toplumun beklentisi dışında kalan bir erkek olsa da Peter, annesini çektiği acıdan kurtarmanın yine erkek olmanın bir sorumluluğu olarak görüyor.
Peter’ın Phil’in açık yarasını görmesi ve bunu kendi avantajına kullanmayı planlaması Peter’dan beklenebilir bir hareket olmasına rağmen şaşırtmadı desem yalan olur. Şardonlu bir hayvan derisini Phil’e vermesi ve Phil’in ölümüne sebep olması Peter’a göre annesini kurtarabilecek temiz bir yoldu. Phil’in ise kendi ölümüne sebep olan hayvan derisiyle Peter’a hediye hazırlaması ise oldukça trajik bir detay. Phil’in ölümüyle birlikte Rose’un eskiden olduğu kişiye dönüşümü başlıyor. Cenazede bile yüzünde huzurlu ve rahatlamış bir ifade olan Rose’un omuzlarından büyük bir yük kalktığı ve yeni hayatında mutlu olacağı yüzünden rahatlıkla okunuyor. George’un annesinin Rose’un avuçlarına bir düzine yüzük bırakmasıyla birlikte Phil’in cenaze töreni, Rose’un aileye kabul törenine dönüşüyor.
Jane Campion gerek olay örgüsüyle, gerek dikkat çeken oyunculuklarıyla seyirciye başarılı ve etkileyici bir film izletiyor. Campion iyi ki emeklilik planlarını erteleyerek bu filmi çekmeye karar vermiş. Kesinlikle izleme listenizde bulunması gereken The Power of the Dog’u Netflix üzerinden izleyebilirsiniz.
The Power of the Dog: Toksik Maskülenitenin Altında Ezilenler