The Last Metro: Tiyatro Bir Sığınaktır
“ Paris, Eylül 1942.
Fransa’nın kuzeyi iki yıldır Alman işgali altında.
İşgal bölgesi ile Özgür bölge arasındaki resmi sınır, ülkeyi ortadan ikiye ayırıyor.
Gece 11’den sonra Paris’te sokağa çıkma yasağı başlıyor.
Bu nedenle Parisliler için son metroyu kaçırmamak çok önemli.
Açlık yüzünden saatlerce yiyecek kuyruğunda bekliyor ve evde üşüdüklerinden her gece tiyatrolara koşuyorlar. Sinema ve tiyatrolar öyle kalabalık oluyor ki günler öncesinden yer ayırtmak gerekiyor.
Montmarte Tiyatrosu da tek oyunla gösterilere devam ediyor. Çünkü yönetmeni Lucas Steiner Fransa’dan kaçtı.
Elinden başka bir şey de gelmezdi! “
Açılış sekansında sarf edilen bu sözler, The Last Metro (Son Metro) isminin nereden geldiğini açıkça belirtir nitelikte. İkinci Dünya Savaşı zamanı tiyatroların seyirci sayısında yaşanan patlamanın sebebi ve içeriğine tanıklık etmemizi sağlıyor. Filmin geçtiği 1942 yılında, sadece Paris’te 1 ay içinde 800 bin kişinin tiyatroya gittiği kayıtlara geçmiş. Uzaktan bakıldığında insanların savaştan bir kaçış aracı olarak tiyatroyu kullandığı zannedilebilir; fakat belirtildiği üzere kitlenin bir çoğunun ısınma ve barınma sıkıntısı çeken, yaşam mücadelesi için tiyatroya giden insanlar olduğu gözüküyor. O dönemde savaştan etkilenen birçok Avrupa şehrinde aynı şekilde yöntemlere başvurulduğu da bilinen bir şey.
Ancak Truffaut’un filmi, işgalin beslediği sürekli korku, güvensizlik ve şüphe atmosferine karşı, sahne ışığının çatışmalı sokaklardan sığınılan bir yer olduğunu gösteriyor. İster seyircilerin yaşadıkları olsun , isterse de oyuncu kadrosunun ve yaratıcılığın bir araya gelmesi olsun, tiyatronun duygusal sıcaklığı arttırma gücüne vurgu yapıyor.
Son Metro, Montmartre Tiyatrosu’nun etrafında dönen bir hikayeye sahip. Başrolde, her seferinde Zuhal Olcay ile olan benzerliğine hayret edip durduğum Catherine Deneuve, Marion Steiner rolünde. Ona eşlik eden isim ise henüz aksi bir ihtiyara dönüşmemiş, söylemleri ve yaşantısıyla değil de oyunculuğuyla gündem olan Gérard Depardieu, Bernard Granger rolünde oynuyor.
Alman askeri tarafından okşandığı için oğlunun saçını yıkayan bir anne ile başlayan sahnede Bernard Granger’ın, Marion ile başrol oynamak için Montmartre’ye gelişini; Marion’un Yahudi kocası, tiyatro yönetmeni Lucas’ın (Heinz Bennent) Nazilerden saklanarak tiyatronun bodrumunda bir yaşantı sürdüğünü ve yukarıdaki provaları dinleyip eşine direktifler vererek hayalet yönetmenlik yaptığını görüyoruz. Şimdiye kadar anlattığım kadarıyla bile hikayenin geçtiği her lokasyonu tanıyacağımız kadar az mekanda geçen bir film.
Yukarıda bahsettiğim gibi Fransa’nın Alman işgali altındaki son yıllarında geçen The Last Metro, Nazi zulmünden kaçmak için Paris’teki tiyatrosunun mahzeninde saklanmak zorunda kalan Yahudi tiyatro yönetmeni Lucas Steiner’ın hikayesini anlatıyor. İronik bir şekilde La disparue (Kaybolanlar) adlı bir Norveç oyununun sahnelenmesini üstlendikleri yapımda, başrol oyuncusu olan eşi Marion her koşulda ona yardım etmeye çalışıyor. Yahudi aleyhtarı radyo yayınlarını dinleyen ve bodrum kata gelen gazetelerde propagandaları okuyan Lucas, sinirli olmaktan ziyade işin keyfindedir. Takma bir burun takar ve eşine “Yahudi hissetmeye çalıştığını” söyler; durumunun ciddiyeti ise asla aklına gelmez. Dahası, yapım üzerinde yeraltından kontrolü sürdürmeye, Marion aracılığıyla oyunun yönetmeni Jean-Loup Cottins’e notlar vermeye kararlı. Lucas kendini önce bir yönetmen, sonra bir Yahudi olarak görüyor. Her ne kadar koşullar onu birincinin yerine ikinci kimliği benimsemeye zorlasa bile.
The Last Metro baştan sona, dönemini titiz bir ayrıntı duygusuyla yaratan bir stüdyo filmidir. Daha ilk sahneden itibaren dış mekanların plato yapısı bu duyguyu seyirciye bunun bir film olduğu kadar tiyatro gibi hissettirmesini de sağlıyor. Görüntü yönetmeni Néstor Almendros, çok yönlülüğünü ve zekasını film boyunca kanıtlamış, filmin renk paletini, kıtlık ve sokağa çıkma yasaklarına uygun siyahlar, kahverengiler ve griler ile sınırlandırıyor ve kırmızıyı sahne dekoruna ayırıyor.
Neredeyse tüm sahneler iç mekanda geçiyor. Truffaut “işgal hakkında bir filmin tamamına yakınının gece ve kapalı yerlerde çekilmesi gerektiğini” düşünüyor. Filmin bu bahsettiğim yanları bir araya gelince alışıldık Fransız Yeni Dalgası’ndan çok uzak bir çizgide ilerlediğini anlamak pek de zor değil. ‘Piyanisti Vurun’ ya da ‘Serseri Aşıklar’ gibi Yeni Dalga sinemasının en bilindik eserleri, büyük şehirlerde oluşturulan kişisel konfor alanlarından bahsederken; Son Metro tam tersini yaparak, toplumun kişisel alanlarından kaçarak her türlü sığınma arayışını değerlendirmesini ve buna maruz kalmasını ele alıyor.
Nazilerin artık korku tabusu olmaktan çıktığı bir dönemde (1980) vizyona girmiş olsa bile film tartışmalı bir tepki ile karşılaşmıştı. Fransa’da sürpriz bir gişe rekoru kırarken aynı zamanda 1981 Cesar Ödülleri’nde verilen 12 ödülün 10’unu almayı başarmıştır.
Filmin hikayesine tekrar dönecek olursak; sahnelemeye hazır hale gelseler de karakterlerimizin hepsi tiyatro dışı yaşamlarında da sürdürmek zorunda oldukları kişilikler ile sınanmaya başlarlar. Marion, kocasının ülkeden kaçtığı iddiasını sürdürmek ve Nazi işbirlikçisi tiyatro eleştirmeni Daxiat’a karşı makul bir insan profili çizmelidir. Bernard ise tiyatro dışı yaşamında direniş savaşçısı olduğu gerçeğini gizlemeye çalışır. Asıl çarpıcı ikili yaşam darbesi ise yönetmen Truffaut tarafından gelir. Filmin sonunda seyirciyi, oyundan bir sahneyi izlerken, aslında oyuncuların kendi hayatlarını izlediğine inandırır.
Son sahneden bahsetmişken; ikilinin hastanede konuştuğu sahne sırasında, arkalarındaki camdan karşı balkondaki insanların hareket ettiğini, konuştuğunu görürüz. Sahne ilerledikçe arka plan giderek bir çizime dönüşür. Ardından karakterlerimizin ayağa kalkıp selam vermesiyle film finale ulaşır. Böylece arka planın çizime dönüştüğü yerde sahnenin bir anda tiyatro sahnesine geçtiğini ve oranın sahne dekoru olduğu anlaşılır. Burada sahnelenen oyunun aslında birkaç zaman önce gerçekten yaşandığı ve yönetmenin gerçek ile kurgunun birbirine karışmasını böyle sağlamasına tanıklık ediyoruz. Gerçekleşen bu finalin, Truffaut kalitesini kanıtlar nitelikte bir tercih olduğu su götürmez bir gerçek.
Dönemin sanat dünyası üzerindeki etkisi perspektifi sonraki yıllarda da ele alınmış bir konu. 2009 yapımı Soysuzlar Çetesi (Quentin Tarantino) filmindeki Shosanna karakteri ile Marion’u paralel bir düzlemde görmek hiç zor değil. İkisi de Nazi işgali altındaki Fransa’da yaşam mücadelesi veren, yer altında saklanma deneyimine sahip, görsel sanat mekanı işleten ( biri sinema, biri tiyatro) ve sevgilileri ile direnişi gösteren kişilikler. Saç, makyaj gibi konularda da benzerliklerini söylememe gerek bile yok. Tarantino’nun ne denli bir sinefil olduğunu bildiğimden, bu saygı duruşu niteliğindeki esinlenmeyi sempatik buluyorum.
Toparlayacak olursam; Son Metro, Truffaut’nun doğrudan maruz kaldığı bir dönemin unutulmaz parçalarını dile getiriş hali. Bunu kendi yaratıcılığı ile üst seviyelere taşırken, yaşantıların uçarı ve absürt taraflarını da serpiştirmeyi unutmuyor. Her ne kadar film için, Yeni Dalga’dan kopuk bir yapısı var desek de Nazi gerilimi bezeli filmin sonunu komedi filmi tarzıyla “şimdi ne yapıyorlar” teması ile bitirerek sahip olduğu o kanı hala taşıdığını gösteriyor.
The Last Metro: Tiyatro Bir Sığınaktır