Anasayfa İncelemelerDizi İncelemeleri The Idol: Parlak Bir Kâbus

The Idol: Parlak Bir Kâbus

Yazar: Tunahan İbiş

The Idol: Parlak Bir Kâbus

Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Televizyon dizileri, son birkaç yıldır gözle görülür şekilde sinema filmlerinden daha büyük bir popülariteye sahip olmaya başladı. Dijital platformların sermaye artışı ve dolayısıyla kablolu yayın dönemine kıyasla çok daha fazla içerik üretilmesi bunun yegâne sebebi oldu. Bir uzun metraj filme bile uyarlanması zor olarak görülen devasa ölçekli yapımların televizyona geçtiğini görmeye başladık. Bu trend, son zamanlarda House of the Dragon, The Lord of the Rings: The Rings of Power, The Mandalorian gibi dizilerle yükselişini sürdürürken HBO’da yayınlanan The Last of Us ile zirve yaptı. Gün geçtikçe televizyonun altın çağını yaşadığımıza daha da inanıyorken çıkan The Idol, tek başına önce televizyona sonra da HBO’ya karşı yıllardır birikmiş güveni sekteye uğratmayı başardı.

The Idol, Haziran 2021’de duyurulduğundan beri hakkında ortaya atılan söylentiler ile kulağımıza geliyordu. İşin ilginç tarafı, kadro değişikliklerinden set içi krizlere, tekrardan başlayan senaryo yazımından bütçe aşımına kadar uzayan bu iddiaların birçoğu HBO tarafından ne yalanlandı ne de diziye dair yeni bir açıklama getirildi. Duyurulması üzerinden bir yıl geçip Temmuz 2022’de ilk tanıtım fragmanını görene dek The Idol hakkında pek de yeni bir bilgi edinemedik. Stüdyo, sadece yönetmen değişikliği iddialarını doğruladı ve diziyi artık Amy Seimetz’in değil, Euphoria’nın yaratıcısı Sam Levinson’ın yöneteceğini açıkladı. HBO böylelikle yelkenleri bir miktar suya indirdi ve birkaç aylık aralıklarla dizi için çeşitli tanıtım videoları ve posterler yayınlamaya devam etti. Ta ki Rolling Stone, dizinin üretim sürecinde yaşanan skandallar hakkında sektörü yerinden oynatacak bir makale yayınlayana kadar.

The Idol için bundan sonrası yokuş aşağı ilerledi. Rolling Stones’un Mart 2023’te yayınladığı makale, daha önceden duyduğumuz söylentileri anonim set çalışanları tarafından doğrulanmış bir şekilde önümüze getirmekle kalmadı, üstüne Sam Levinson ve The Weeknd’in dizinin yapım sürecini işkenceye çeviren kararları ile ilgili yeni iddialar ortaya attı. Öncelikle, daha evvel sebebi “HBO standartlarını karşılamaması” olarak açıklanan yönetmen değişikliğinin aslında The Weeknd’in kendi isteği ile gerçekleştirildiğini öğrendik. Tesfaye’ye göre Amy Seimetz’in yarattığı dünya “kadın perspektifine fazlaca yaslandığından” senaryoya uygun değildi ve bu yüzden daha eril bir dile ihtiyaç duyuyordu. Set çalışanlarının ağzından doğrulanan bütçe aşımı, manasızca uzayan yeniden çekimler, sıklıkla değişen sahneler ve daha birçok sorun, kadroya bir çırpıda dahil edilip kısa sürede diziyi tekrar tasarlaması istenen Sam Levinson’dan kaynaklandı. Söylenene göre The Weeknd, Levinson’ı Seimetz’e kıyasla daha rahat kontrol ediyordu ve bu otoritesini dizideki taciz temasını daha görünür kılmak için kullandı. Her sabah sete öylesine çılgınca fikirler ile geliniyordu ki, istenen sahneler artık teknik yetersizlikten çekilememeye, mesai saatleri ise uzamaya başladı. Diziyi olduğundan daha sert ve aşırı hale getirme uğraşı, bir süre sonra kamera arkasındakilerin ne çektiklerinden dahi bihaber olduğu bir set ortamı yaratmıştı. Rolling Stone, -kaynaklarının hepsi anonim olmasına rağmen- böylesine çok skandalı bir araya getirince gözler yine HBO’ya çevrildi.

Tahmin edebileceğiniz gibi iddialar, dizinin yapımcıları tarafından sertçe yalanlandı ve hatta tiye bile alındı. The Weeknd, kendi Twitter hesabı üzerinden “Seni üzdük mü Rolling Stone?” açıklamasıyla diziden bir sahne paylaştı. Klipte Tesfaye’nin canlandırdığı Tedros, sevgilisi Jocelyn’in menajeri ile sohbet ettiği sırada Rolling Stone’u düşük takipçi sayısı sebebiyle küçümsüyor, onlar için herhangi bir şey ifade etmediğini söylüyordu. Sosyal medyada beklenmedik seviyede çocukça ve sorumsuz bulunan bu yanıt, dizinin 76. Cannes Film Festivali’ndeki prömiyerine kadar büyük bir nefret dalgasını beraberinde getirdi. 22 Mayıs günü Fransa’da yapılan gösterim, tüm dizi ekibinin katılımıyla gerçekleşirken aynı zamanda Sam Levinson’ın alkışlanırken göz yaşlarını tutamayışı bir hayli gündem oldu. Ancak asıl darbe, gösterim sonrasında basın üyelerinin kötü eleştirilerinden geldi. The Idol’ın prömiyerinde ilk iki bölümünü izlemiş ezici bir çoğunluk, dizinin müzik endüstrisine ve içindeki sorunlu dinamiklere bakışını son derece demode, küçük düşürücü ve bayat bulmuşlardı. Diziye yakıştırılan bu sıfatlar, Levinson ve ekibinin oluşturmaya çalıştığı izlenimlerin tam tersiydi. The Idol’ın yayın hayatı, henüz başlamadan bitmiş kadar oldu.

Dizinin 4 Haziran’da yayınlanan ilk bölümü ile yapım süreci üzerine aylardır üretilen söylemleri bizzat ölçme şansı edindik. The Idol, annesinin ölümü sebebiyle derin bir yasla baş etmeye çalışan Jocelyn isimli bir pop yıldızını anlatıyor. Yakın zamanda turnesi olduğu için yapımcıları tarafından yeni şarkı yazması istenen ünlü şarkıcı, bir süredir aradığı ilham kaynağını bir gece kulübünde karşılaştığı Tedros’ta buluyor. Etrafındaki birçok kişinin aksine çektiği acıyı anladığını düşündüğü bu gizemli adam ise Jocelyn’in arzularına sadistik bir yolla ulaşmaya kararlı. Ancak Tedros’un göründüğünden çok daha kirli bir geçmişi ve sınırları hiçe sayan saplantılı bir kişiliği var. Dizi, ucu sıklıkla tacize varan bu sorunlu ilişkiden yola çıkıp müzik sektörünün acıdan hangi yollarla beslendiği üzerine kafa yormaya çalışıyor.

The Idol’ın aldığı bunca tepkinin kaynağını bin bir türlü şekilde okumak mümkün. Kimilerine göre muhafazakâr bir kesimin erotik bir gerilime katlanamıyor oluşundan, kimilerine göre ise mizojiniye tahammül edemeyen politik doğrucu bir güruhtan doğuyor bu nefret. Bence bütün akıl yürütmelerin ve bu kolektif hoşnutsuzluğun altında belli bir bilinç var. Aynı geçen sene çıkan Andrew Dominik imzalı Blonde’da da olduğu gibi tekdüze ve eril bir karakter tasarımı, bizi ortak bir tiksinti ile kuşatan asıl etmen. Artık sadece yaşadığı cinsel saldırılar üzerinden bir kadını tanımlayamayacağımızı biliyor, Jocelyn’in tüm bir sezon boyunca yalnızca anne kaybı ile altı doldurulan mazoşist arzularını bu yüzden kabullenemiyoruz. The Weeknd’in yazdığı senaryoda acının aktarılma yollarından ziyade yaşanma şekilleri üzerine kafa yorduğunu görmek kolaylaşıyor böylelikle. The Idol’ın sahte vaatlerinin arkasına saklanıp Jocelyn’den çok Tedros ile özdeşleşen bir reji kurduğuna ikna oluyoruz hepimiz.

Dizinin ele aldığı her şeye dair öyle ya da böyle söz söyleme ihtiyacı, merkezindeki ikili ile sınırlı kalmıyor elbette. The Idol, müzik endüstrisi hakkındaki görüşlerini alegorik bir yolla aktarmak yerine sıkıcı tiplemelerle dolu bir arka plan hikayesi anlatmayı tercih ediyor. Buldukları yetenekleri muhafaza etmektense paraya çevirmek için debelenen menajerlerle dolu bu kısımların da açıkçası pek elle tutulur bir yanı yok. Levinson’ın ikiyüzlülüklerini ifşa etmeye çalıştığı bu akbabalar, Tedros’un manipülasyonlarına önce karşı çıkıp sonra Jocelyn’e yeni şarkılar için ilham olduğunu görünce yumuşamak dışında başka hiçbir gelişim göstermiyorlar. The Idol’ın kışkırtıcılığını kendi kusurlarını gizlemek için kullandığına daha da ikna oluyor insan bu yan hikayeleri izledikçe. Öyle ki, sahneler belli bir dramatik etkiden yoksun oldukları için neredeyse her bölüm, iki veya üç olayın paralel kurgu ile birleştirilmesi ile kotarılmaya çalışılmış. Fakat ne yapılırsa yapılsın The Idol’ın kendi fikirlerine hayranlığından doğan çiğ anlatımına çare bulunamamış.

The Idol hakkında alınan şüpheli kararlardan en yenisi, dizinin 4. Bölümü yayınlandıktan hemen sonra geldi. Daha önceden 6 bölüm olarak tasarlanmış olan dizinin 5. Bölümde sona ereceği ortaya çıktı. Stüdyo cephesi, yayın planının başından beri böyle olduğu konusunda ısrar etse de bu kez dizinin takipçilerinde bir rahatlama oluştu çünkü hepimiz yeterince yorulmuştuk. Sezon finalinde yüzüne karşı söylediği yalanları öğrendikten sonra Tedros’tan ayrılan Jocelyn, sonunda aylardır beklediği turneye çıkıyor. Buna rağmen Tedros, yine de son kez kabul edilme umuduyla konsere gittiğinde Jocelyn’in ona bıraktığı davetiyenin gerçek ismi Mauricio Jackson üzerine olduğunu öğreniyor. Artık ipleri her şeyin farkına varmış Jocelyn’in tuttuğunu anlıyoruz ama asıl olay kuliste yaşanıyor. Mauricio, masanın üstünde Jocelyn’in annesi tarafından şiddet gördüğü saç tarağını görünce bir hayli şaşırıyor çünkü tarak, daha önceki halinin aksine yepyeni. Jocelyn’e bakınca yüzünde bir gülümseme ile karşılaşıyor. Bunca zamandır asıl kurban, tamamen uydurma bir geçmiş ile aldatılan Tedros imiş.

The Idol’ın aylardır yalanlanan iddiaları kötü karakterini aklayarak doğrulaması ne ironik değil mi? İşin etik tarafı bir kenara, Sam Levinson’ın böylesine problematik bir ilişkiyi nihayete erdirmek için daha önceden yaşanmış her şeyin üstünü çizmesi, bir senaristin daha ne kadar gülünç bir konuma düşebileceğini gösteriyor. Daha da komiği, Jocelyn’in küçüklüğünde yanında olmuş karakterler onun annesinden şiddet gördüğünü önceki bölümlerde onaylamışlardı bile. Ters köşe olarak planlanan bu sahne, dizideki her şeyin temelsizliğine dair en iyi örneklerden biri. Final, Jocelyn’in Tedros’u seyircisine tanıtması ve birlikteliklerine bir resmiyet kazandırması ile sona eriyor ve yazılar akarken dizi boyunca yaşanan işkenceleri ve çekim hatalarını bir araya getiren tuhaf bir kurgu bize veda ediyor. Ben ise ekran karardığı sırada korkunç bir gelişim sürecinden geçtiği her haliyle belli olan, muhtemelen HBO’nun en kötü işi olarak tarihe kazınacak bu felaket için kimi sorumlu tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Ve muhtemelen hiçbir zaman bir cevaba ulaşamayacağım.

The Idol: Parlak Bir Kâbus

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...