Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Oh, Canada: Sinemaya İtiraf Ediyorum

Oh, Canada: Sinemaya İtiraf Ediyorum

Yazar: Ömer Acıoğlu

Oh, Canada: Sinemaya İtiraf Ediyorum

2024 filmlerini seyretmeye ve incelemeye kaldığımız devam ediyoruz. Bu seferki konuğumuz, sinema tarihinin en önemli suç filmlerinden biri olan Taxi Driver (1976) ve Bringing Out the Dead (1999) filmlerinin senaristi ve American Gigolo (1980), The Card Counter (2021) ve en son Master Gardener (2022) filmlerinin yönetmeni Paul Schrader ve kendisinin yeni ve son derece deneysel sinemaya yakın filmi Oh, Canada. Filmin başrollerinde Paul Schrader’ın 44 yıl sonra yeniden buluştuğu Richard Gere’in yanı sıra Uma Thurman, Michael Imperioli ve Jacob Elordi de yer alıyor. Film, kansere yakalanan usta bir belgesel yönetmeninin karanlık geçmişini kameraların karşısında anlatıyor. Bu yapım, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı ve ülkemizde ise Filmekimi’nde prömiyer yaptı ve “Başka 1 Ocak” kapsamında bir ön gösterim yaptıktan sonra bu Cuma günü Başka Sinema dağıtımıyla Mars Production tarafından vizyona girdi.

Leonard Fife (Richard Gere), geçmiş yıllarda çektiği belgesellerle ses getirmiş, ancak şimdilerde kansere yakalanmış bir yönetmendir. Leonard, eski öğrencisi tarafından çekilen bir belgeselde, kameralar açık bir şekilde, eski öğrencisi ve eşinin karşısında itiraflarda bulunmaya hazırlanır. Leonard’ın yapacağı bu itiraflardan biri, hem eşini hem de eski öğrencilerini derinden sarsar. Çünkü 1968 yılında tüm dünya, ABD’nin Vietnam’a açtığı savaşa tepki gösterirken, ABD’ye karşı çıkanlardan biri de Leonard’dır. Leonard, savaş sırasında askere gitmemek için ABD’den kaçarak Kanada’ya gitmiştir. Kanada’da bulunduğu süre zarfında farklı kadınlarla evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş ama diğer yandan da çığır açan belgeseller çekmeye devam etmiş ve öğrencilere belgesel film ve fotoğrafçılık dersleri vermiştir.

Paul Schrader, bu filmde geçmişle şimdiki zaman arasında bir “zigzag” çizmekle kalmıyor, aynı zamanda geçmiş ve şimdiki zamanla zihinsel bir oyun oynuyor. Geçmiş zaman, şimdiki zamana; şimdiki zaman da geçmiş zamana zıt bakıyor. Yani hikâye 1968 ile 2023 yılları arasında gidip gelirken, bir süre Richard Gere’ın geçmişteki gençlik hâlini de canlandırdığını da görmeye başlıyoruz. Film, anlatım konusunda seyircinin algısıyla oynuyor ve zaman zaman izleyiciyi kafa karışıklığına sürüklüyor. Hatta seyirciyi, geçmiş ile şimdiki zaman arasında bir tür “araf”ta bile bırakıyor. Dolayısıyla filmi anlayabilmek için kesinlikle hikâyeye ve birazdan bahsedeceğim anlatım tarafına da odaklanmanız gerekiyor. Aksi takdirde, ipin ucunu kaçırabilir ve ipin ucu kaçtığı anda tüm filmi kaçırabilirsiniz.

Filmin parçalı anlatı yapısına yalnızca senaryo değil, aynı zamanda görsel ve teknik unsurlar da eşlik ediyor. Değişken ölçek (2.35:1’den 1.33:1’e geçişler), değişken ışık, değişken renk paleti ve değişken sinematografi, filme estetik açıdan farklı bir boyut katıyor. Şimdiki zamanı anlatan sahnelerde belgesel tarzına sahip olurken ve yakın plan çekimler kullanılırken; geçmiş zamanı anlatan sahnelerde kurmaca havasında uzak planlar ve daha klasik kamera hareketleri tercih ediliyor. İki görsellik arasında bir de 1.85 ölçeğinde bir sahne devreye giriyor. Eğer bu filmi anlayabilirseniz, karşınıza estetik açıdan oldukça ilginç bir sinemasal deneyim çıkıyor.

Filmin müzikleri de tıpkı görselliği ve hikâyesi gibi değişkenlik gösteriyor. Hikâyenin ruh hâline göre country ile blues arasında gidip gelen parçalar, hem melankolik hem kaybolmuş hem de hüzünlü bir atmosfer yaratıyor.

Filmin asıl güçlerinden biri olan oyunculuklara gelecek olursak, izninizle Richard Gere hakkında övgülerimi dile getirmek isterim. American Gigolo’dan 44 yıl sonra Paul Schrader ile yeniden bir araya gelmek hiç de kolay değil. Richard Gere, yaşlılığına rağmen hem çocukluğumda, hem de gençliğimde sempatik ve yakışıklı bulduğum oyuncular arasında. Bu filmde, Richard Gere tam anlamıyla kırılgan, acımasız ve hayata küsmüş bir adamı canlandırıyor. Gözlerindeki yorgun bakışlar, yüzündeki acı ifadeler ve ağzından püskürülen her ateşin bir anlamı var. Richard Gere’ın bu performansıyla, bir Oscar’a aday olabilse, ne güzel olur.

Öte yandan, gençliğini canlandıran Jacob Elordi’den de bahsetmemek olmaz. Jacob Elordi, Y jenerasyonundan nadiren beğendiğim oyunculardan biri. Geçtiğimiz yıl Priscilla (Sofia Coppola, 2023) ve Saltburn (Emerald Fennell, 2023) filmlerinde seyrettiğimiz 1997 doğumlu Elordi, bu filmde son yılların en hüzünlü portrelerinden birini çiziyor. Leonard’ın eşini canlandıran Uma Thurman ve eski öğrencisini oynayan Michael Imperioli de son derece güzel, hüzünlü ve kırılgan bir portre çiziyor.

Kısacası, normal bir seyirciyseniz ve kafanızı bulandırmak istemezseniz, bu filmi seyretmeniz sizin için beyninizi bulandırabilir ve anlamakta zorluk çekebilirsiniz. Ama zihin oyunları oynanmasını ve bir yapboz gibi zor parçaları birleştirmeyi seven herkes gönül rahatlığıyla izleyebilir ve izleyenlerin ağızında ise bu film acı, tatlı ve ekşi olmak üzere üçlü bir tat bırakıyor. Salondan çıktığınızda ise bambaşka duygularla çıkıyorsunuz.

Oh, Canada: Sinemaya İtiraf Ediyorum

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...