Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Nosferatu: Vampirin Kalbine Yolculuk

Nosferatu: Vampirin Kalbine Yolculuk

Yazar: Tuğçe Ulutuğ

Nosferatu: Vampirin Kalbine Yolculuk

Merhabalar! Bu yazıda sessiz sinema döneminin korku türündeki mihenk taşlarından Nosferatu’nun 2024 yapımını birlikte inceliyoruz. Tabii 2024 yapımını ele almadan önce Nosferatu’yu ve çıkış hikâyesini de anlatmak isterim. Çıkışını aktarırken sinemaya olan etkilerine ve vampir mitinin modernleşme sürecine de değinmeden olmaz.

Film, 1897’de Bram Stoker’ın yazdığı Dracula romanından esinlenildiği için önce oradan başlayalım. Bu romanda Jonathan Harker adlı genç bir İngiliz avukatın, Transilvanya’daki Kont Dracula’nın şatosuna gitmesiyle yolculuğumuz başlıyor. Romanı kısaca özetleyelim:

Dracula, İngiltere’ye taşınmayı planlamaktadır ve Harker’ı evrak işleri için çağırır. Harker, şatoda Dracula’nın bir vampir olduğunu fark eder ve kaçar. Dracula, Londra’ya giderek kanını emdiği kurbanlarıyla dehşet saçar. Hikâye, Harker ve nişanlısı Mina, Profesör Van Helsing ve diğer karakterlerin Dracula’yı durdurmaya çalışmasıyla ilerler. Roman, mektuplar, günlükler ve gazete yazıları aracılığıyla anlatılır ve vampir mitosunun edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştıran en önemli eserlerdendir.

Peki, nereden çıkmış bu Dracula meselesi? Stoker nereden esinlenmiş?

Dracula karakterinin, 15. yüzyılda yaşamış Eflak prensi Vlad Tepes’ten (Vlad Drăculea) esinlenildiği söylenir. Vlad Tepes, düşmanlarını kazığa oturtarak infaz etmesiyle tanınan acımasız bir liderdir. Stoker, vampir mitosunu oluştururken sadece acımasız bir liderden değil, Doğu Avrupa’daki halk inanışlarından da etkilenmiştir. Bu bölgeden etkilenmesinin en büyük sebebi, ölülerin mezarlarından kalkarak yaşayanların kanını emdiğine inanılan varlıklara dair pek çok efsanenin bulunmasıdır. Vampirlerin güçleri, zayıflıkları (güneş ışığı, haç, sarımsak gibi) ve davranışlarını bu halk anlatılarından almıştır. Tabii bir esin kaynağı da Henry Irving. Shakespeare eserlerinde sergilediği performanslarla herkesin o dönemki favorisi olan Irving ile Stoker, uzun seneler tiyatroda birlikte çalışmıştır. Dracula karakterinde, Stoker’ın Irving’in sahne performanslarından da oldukça esinlendiği söylenir.

Kitabın yazıldığı Victoria dönemi İngilteresi, toplumsal ve bilimsel değişimlerle dolu bir dönemdir. Darwin’in evrim teorisi, teknolojik gelişmeler ve kolonilerin genişlemesi gibi olaylar… Toplumsal kaygıların zirvede olduğu bir dönem anlayacağınız. Dracula da bu korkuların bir yansımasıdır aslında. Hatta Dracula’nın İngiltere’ye gelerek Londra’nın merkezine yerleşmek istemesi, o dönemin “yabancı istilası” korkusuyla kolaylıkla ilişkilendirilebilir.

F.W. Murnau’nun yönettiği 1922 yapımı film, Bram Stoker’ın Dracula romanının izinsiz bir uyarlamasıdır. Telif hakları nedeniyle karakter isimleri ve bazı detaylar değiştirilmiş olmasına rağmen çekilen ilk Dracula filmi olarak kabul edilir. Filmi kısaca özetleyeyim, böylece aradaki farkları ve benzer tutulan detayları görebiliriz:

Thomas Hutter, Transilvanya’daki Kont Orlok’a bir mülk satışı için gider. Orlok’un bir vampir olduğunu fark eden Hutter, geri dönmeye çalışır. Bu sırada Orlok, Bremen’e gemiyle giderek veba getiren farelerle birlikte şehre dehşet saçar. Orlok, Hutter’ın karısı Ellen’a da saplantılı bir şekilde bağlanır. Ellen, kendini feda ederek Orlok’u kandırır ve güneş ışığında yok olmasını sağlar.

Nosferatu filminden sonra, 1931 yılında Universal Studios’un Stoker’ın romanından uyarlayarak çektiği Dracula filmi ise telif hakları sorunu olmadan çıkan ilk uyarlama olarak geçer. 1922 yapımında kalpten kan emerek çirkin ve korkutucu gözüken vampirimiz, Universal dokunuşu ile erotizmi artırmak için kalpten değil boyundan kan emen, karizmatik ve çekici evresine geçer. Kan emme, izleyiciyi rahatsız etmek yerine tedirgin edici bir erotizme sahip bir eylem hâline gelir. Bu değişim, vampir mitosunun daha geniş bir izleyici kitlesine hitap etmesini kolaylaştırmıştır. Dracula’yı canlandıran karizmatik oyuncu Bela Lugosi’nin etkisi de diyebiliriz biraz…

Robert Eggers’ın yönettiği 2024 yapımı filme gelelim artık…

Hem 1922 yapımı Nosferatu’ya görsel ve tematik göndermeler yapıp (el detayı oldukça öne çıkarılmış mesela) hem de Bram Stoker’ın romanından öğeler almış olması en hoşuma giden şeylerden biriydi. Hikâye, yukarıda anlattığım diğer versiyonlar gibi ilerliyor, o yüzden tekrar anlatmıyorum.

 

Bu filmde diğer versiyonlardan farklı olarak veba teması derinleştirilmiş ve Orlok’un bir yıkım simgesi olarak gösterilmesi sağlanmış. Veba salgını, yani Kara Ölüm dönemi, 1347-1351 yılları arasında Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birini yok etmiş ve toplumda derin travmalara yol açmıştır. Bu dönemde hastalık yalnızca biyolojik bir tehdit değil, aynı zamanda Tanrı’nın bir cezası ya da şeytani bir güç olarak algılandığı için insanlar suçlayacak bir günah keçisi arar hâlde kalmışlardır. Özellikle cadılar, Yahudiler ve “öteki” olarak görülen farklı gruplar suçlanmıştır. Nosferatu filmde de vampir, salgının taşıyıcısı, bir iblis olarak betimlenmiştir. Orlok’un gemisi Wisborg kasabasına vardığında fareler ile salgını yayması bu metaforu güçlendirmiştir.

Filmin veba metaforu modern dünya ile de güçlü bir bağ kuruyor. COVID-19 pandemisi gibi küresel krizlerin, tıpkı Kara Ölüm ve diğer salgınlar gibi, yalnızca biyolojik değil, psikolojik ve sosyal etkileri olduğunu biliyoruz. Eggers, bu korkunun sinematik bir tercümesini sunarak toplumsal huzursuzlukların bireyleri ve toplulukları nasıl şekillendirdiğini göstermiştir. 1922 yapımında salgın, doğrudan ölüm korkusunu temsil ederken, 2024 yapımı filmde bu tema daha soyut bir biçimde ele alınmıştır. Orlok yalnızca bir salgın taşıyıcısı değil, aynı zamanda manipülasyon ve baştan çıkarıcılıkla insan ruhunu yozlaştıran bir figür olarak da sunulmuştur.

Modern vampir anlatılarında kan emme yalnızca bir korku unsuru değil, aynı zamanda güç dinamiklerini, psikolojik tüketimi ve toplumsal eleştiriyi işlemek için kullanılan bir metafora dönüşmüştür. Enerji emme konsepti, klasik kan emme anlatılarından daha az fiziksel, daha soyut bir korku yaratır. Bu, hem günümüz toplumundaki güç ilişkilerinin hem de bireyin ruhsal tükenişinin bir yansıması olarak okunabilir. Eggers’ın uyarlaması, bu unsurları başarıyla işleyerek vampir mitosunun günümüzdeki anlamını derinleştirmiştir.

Filmin sonunda Kont Orlok’u Bill Skarsgard’ın canlandırdığını öğrendiğimde şok oldum. Olağanüstü bir oyunculuk sergilemiş. Lily-Rose Depp’in Ellen karakterini canlandırmasına gelince… Bazı yerlerde gerçekten kendini aşıp çok iyi performans göstermiş ama yine de bir gariplik vardı. Yapay kalan birkaç ağlama ve acı çekme anı, arada filmden kopmama sebep oldu.

Filmin görüntü yönetmeni, izlerken olayların sanki yanımda oluyor gibi hissetmeme neden olan ve Depp’in yapay ağlama anlarını görmezden gelmemi sağlayan, benim de favori görüntü yönetmenlerimden Jarin Blaschke. The Lighthouse filmindeki görüntüleriyle hepimize sanatını kanıtlamıştı. Zaten Nosferatu’da da Willem Dafoe’nun eşsiz oyunculuğunu görünce her şey yerine oturdu. Film özellikle benim için Dafoe girdikten sonra bir şölene dönüştü. Özellikle ateş yaktığı bir sahne var… Daha fazla anlatmayayım. 🙂

Sonuç olarak, Nosferatu, Eggers’ın modern uyarlamasıyla günümüze taşınmış ve gelecek nesillere aktarılabilecek bir yapıma dönüşmüş. Bence bu uyarlama oldukça başarılı. Bu film bize şunu öğretiyor: Yarattığımız vampir miti, sadece bir canavar değil, insanın içsel ve toplumsal korkularının bir yansımasıdır. Sanat adı altında üretilen her şey gibi, bu hikâye de yalnızca basit bir korku unsuru değil; aynı zamanda bir duyguyu, durumu ve kültürü anlatan derin bir metafordur.

Mısırlar hazırsa yazıyı burada sonlandırıyorum.

İyi seyirler!

Nosferatu: Vampirin Kalbine Yolculuk

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...