Horizon: Barış İçinde Doğar, Şiddet İçinde Büyür Amerika
Geçmişten günümüze baktığımızda Amerika’yı herkesin özgürce yaşadığı bir ülke olarak anabiliyoruz, peki geçmişte de öyle miydi?
Ünlü aktör ve aynı zamanda da ünlü bir yönetmen olan Kevin Costner’ın varını yoğunu ortaya koyarak çektiği (ki evini ve arazisini ipotek ettirmiş) yeni Western filmi Horizon: An American Saga filmiyle, 20 yıl aradan sonra yönetmenliğe geri dönüyor. Üstelik bu film, 4 bölüm olarak çekiliyor. Evet, yanlış duymadınız, film tam 4 bölümlük bir seri halinde olacak ve zannediyorum her bir bölümü de 2,5-3 saat civarında sürecek. Neyse biz gelelim bu 4 bölümden oluşan filmin ilk bölümünün hikayesine.
İlk bölümü 1859 yılında yani Amerikan İç Savaşı’nın öncesinde geçmektedir. Film, birkaç insanın Horizon isimli boş bir araziyi görmeleri ve sınırı çizmeleriyle başlar. Beyaz insanlar daha iyi bir hayat amacıyla kızılderililere ait olan bu araziye yerleşir, hatta üzerlerine ev yaparak yeni bir yaşam kurarlar. İki çocuğu ve kocasıyla birlikte gelen Frances (Sienna Miller) da bu beyaz insanlardan biridir. Fakat, başkasının toprağında yaşam kurmak, hele ki kızılderililerin yaşam sürdüğü bir toprakta yaşam kurmak kolay değildir. Nitekim kızılderililer, zaten sahip oldukları toprakları geri almak için beyaz insanlara baskın yapar. Kızılderililerin baskını sonucu Frances oğlunu ve kocasını kaybettikten sonra, iyi kalpli teğmen olan Trent’in (Sam Worthington) kampında yeni bir sayfa açar. Hayes Ellison (Kevin Costner) ise kendi hayatıyla ilgilenen, yorgun ve içine kapanık ama diğer yandan da hayatta kalmayı da çabalar. Fakat, Hayes’in hayatına çocuğuyla birlikte yalnız başına yaşam mücadelesi veren Marigold (Abbey Lee) gelir ve Hayes, Marigold’a gelen bir haydutu öldürdüğü anda, Marigold ile birlikte kaçıp gitmek zorunda kalırlar, hem de hiç iz bırakmadan. Pionsenay (Owen Crow Shoe) ise şiddet karşıtı bir Kızılderilidir. Merhametli, iyi kalpli ve şiddet karşıtı olmasına rağmen, beyaz insanların yerleşmelerinden rahatsız olur, böylece insanlığa karşı inancını yitirir ve beyaz insanlara karşı bir savaş başlatır.
Bu film için açıkça söylemek gerekirse, bu film başlı başına bir western filmi. Filmde bir western sinemasında ne bekliyorsanız, bu filmde de aynısını bekleyebilirsiniz: Canlı renkler, silahlı ve sert erkekler, görkemli – orkestral müzikler ve iyi ile kötünün savaşı. Ama bu film, tüm western filmlerinden farklı kılan birkaç konu var.
Birincisi filmde, seyrettiğimiz Western filmlerinden farklı olarak tek bir kahramana odaklanmıyor. Az önce filmin hikayesinden bahsettiğim üzere çok fazla karakter var. Karakterler hikayeden bağımsız yazılmış gibi duruyor, çünkü filmde gördüğümüz her karakter filmin hikayesinden farklı bir hikaye anlatıyor gibi bir izlenim barındırıyor. Ki zaten filmin ilk bölümünde, karakterlerden çok bir iç savaşa sebep olan bir yerleşim alanına odaklanıyor. Filmin bir sonraki bölümlerinde bu saydığım karakterler hakkında daha detaylı bilgi sahibi olabiliriz.
İkincisi şu ki filmi izlerken, ki bu konuda eskiden çekilen Western filmlerini hesaba katarak söylüyorum, başta filmin ırkçı bir dille yazıldığını düşündüm. Yanlış anlaşılmasın ama sanki Kızılderili karşıtı bir film seyrediyormuşuz gibime geldi. Ama film ilerledikçe hikayenin, sadece Kızılderili karşıtı değil, aynı zamanda da beyaz insan karşıtı bir film olarak izlediğimizi fark ettim. Dolayısıyla bu film, iki ırkın arasında bir dengede ve tarafsız olmaya çalışmış. Hikaye ise gerçekçi bir şekilde ve çok ince işlenmiş. Filmin 3 saat 1 dakikalık süresinin de hakkını vermesi cabası. Filmin başlarında arayış, refah, göç gibi kavramların yanı sıra, hikaye ilerledikçe de açgözlülük, cinnet, intikam, soykırım gibi yeni kavramlar da yer almaya başlıyor. Muhtemelen bir sonraki bölümlerde karşımıza Amerikan tarihine dair daha fazla olay öğrenebiliriz. Hiçbir Western filminde bu kadar detaylı, bu kadar incelikli, bu kadar çarpıcı bir film görmedik.
Görsellik tarafında ise bir Western filminde beklediğinizden daha fazlası, hatta daha farklı olanını veriyor bu film. Bu şahane görselliğin arkasında Costner’ın önceki filmi Open Range (Uzak Ülke, 2003) filmiyle Paul Haggis’in Oscar ödüllü draması Crash (Çarpışma, 2004) filmlerinde de imzası bulunan J. Michael Muro’nun imzası var. Bazı sahnelerde solgun, bazı sahnelerde ise canlı renklerin eşlik ettiği filmin bu görselliği, özellikle kızılderililerin ve beyaz insanların üzerinden çekilen hem yakın plan hem de geniş planıyla filmin en güzel yönü olmayı başarıyor.
Sanat yönetmenliği ise, başka bir güzelliğe sahip. Filmde kurulan kulübelerden çadırlara, tasarlanan aksesuarlardan kıyafetlere kadar hepsi iyi seçilmiş ve kullanılmış. Bu konuda söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Jarrette Moats, Billy W. Ray, John Richardson, Dawn Swiderski ve John B. Vertrees’in sanat yönetmenliğine tebrik etmek gerekebilir.
Bunun dışında müzikleri ise çok daha başka. Dürüst olmak gerekirse müzikleri, çok da şahane değiller, ama John Debney’nin besteleri bazı yerlerde umudu, bazı yerlerde ise karamsarlığı temsili konusunda güzel müzikler hazırlanmış.
Gelelim filmin iki eksisine:
Birincisi filmin sonraki bölümlerinde olacaklarının göstermesi, benim gibi “acaba bir sonraki bölümlerde neler olacak” diyenler için acı verici bir durum. Çünkü biz bunları fragmanda da gördük ama, bir sonraki bölümlerde olacakları öğrenmemiz pek de sağlıklı bir şey değil. İkincisi ise oyunculuklar; filmin oyunculukları, ne yazık ki oynadıkları karakterlere fazla bir derinlik katmıyor, maalesef filmin başrolünü de üstlenen Kevin Costner’ın karakteri için de geçerli bu yorumum.
Fakat filmde Kızılderili karakterlerini canlandıran oyunculara bayıldım; Pionseray rolünde Owen Crow Shoe, Taklishim rolünde Tatanka Means ve Liluye rolünde ise Wase Chief. Öyle bir derinlik katmış ki karakterlere, hem kızılderililerin yaşamına saygı duyuyor, hem de kızılderililerin inanışlarına biz de inanıyoruz.
Yavaşça toparlamak gerekirse, bu film kesinlikle bir Hollywood filmi değil (ki her ne kadar Warner Bros.’un yan kuruluşu New Line Cinema desteklese de). Hatta bu bağımsız Amerikan filmi ve bir bağımsız Amerikan filmi için çok büyük bütçeli bir film yapmış Kevin Costner. Kevin Costner, bu filmle sadece epik bir western filmi yapmakla kalmamış, aynı zamanda da herkesi gerçekçi, çarpıcı, şiddet dolu ve derinlikli bir Amerikan tarihine şahit etmeyi başarmış. Ben açıkçası bu serinin kalan 3 bölümünü de iple çekiyorum. Bu film sadece Western sinemasını özleyenler için değil, aynı zamanda da Amerika’nın gerçek yüzünü görmek isteyenler için de bir tarih kitabı hatta bir ansiklopedi niteliğini de taşıyor.
Horizon: Barış İçinde Doğar, Şiddet İçinde Büyür Amerika