Bazı Sıradan Temenniler ve Geçen 20 Yıl
Neden sıradan bir arkadaş grubunun sıradan hayatları, sıradan ilişkileri biz Türkiye’de yaşayan gençler için bu kadar ilgi çekici hale geldi ve hayallerimizin bir parçası oldu?
Bu yazıda bunun cevabını bulmaya çalışacağım, sevgili okuyucu.
Yukarıda sorduğum soruda adı geçen arkadaş gruplarıyla How I Met Your Mother ve Friends dizilerinden bahsetmeye çalışıyorum.
Şöyle ki, ben 99’luyum. Bu nedenle olmalı ki How I Met Your Mother ile daha çok bağ kurabildim. Son zamanlarda, birçoklarımızın güvenli alanı olan bu diziyi tekrar izledim.
Yetişkinliğe kesin olarak adım atmış olmanın suratıma tekrar tekrar çarptığı şu günlerde, tüm seyir süresi boyunca boğazımdaki yumruyu görmezden gelemedim.
Bu iki dizide de çeşitli karakterlerden oluşan arkadaş gruplarının maceralarını izliyoruz: Ted, Lily, Marshall, Robin, Barney… Bir şekilde bir araya gelmiş, bazı sivri özellikleri mimikleriyle komikleştirilmiş ve aslında sitcom unsuru içinden süzüldüğünde oldukça normal karakterler. Belki de hepimizin cazibesine kapıldığı büyü budur: gerçeklik…
Bu dizileri bu kadar seviyoruz çünkü iş çıkışı arkadaşlarla rahatça, gülerek, zaman zaman saçma sapan konularda inatlaşarak bir bira içmenin mümkün olduğu; o küçük gruptaki her bir insanın başınızı yaslayabileceğiniz birer omuz olduğunu bildiğiniz; birlikte deliler gibi eğlendiğiniz; bazen, Barney karakterini göz önüne alınca, “garip” gelen biri olsanız bile olduğunuz gibi kabul edilmenin hafifletici hissini yaşadığınız bir dünya sunuyor bize. Sorunlarınızı konuşmaktan geri dursanız bile, bunu yalnızca en yakın dostunuzu kaybetmekten korktuğunuz için yaptığınız bir ortam… Bir aile kurabilme hayalinin, güzel ve başarılı bir kariyer hayalinin gerçeğe dönüşebilme ihtimalini gördüğünüz bir dizi… Ve tüm bunlar o kadar basit, o kadar normal ki, gerçekleşmemesinin daha zor olabileceğini düşündüğünüz bu hayaller, yalnızca 20 dakika boyunca ait hissettiğiniz bir dünyada gerçekleşebiliyor.
Bu diziler hakkında konuştuğum birçok insan önce bir duraksar ve elini göğsüne götürerek, yüzü ağlayacakmış gibi bir hâle bürünerek diziyi ne kadar sevdiğinden, en sevdiği karakterlerden bahsetmeye başlar ya da benim en sevdiğim karakterleri sorar.
Geçtiğimiz 20 yılı aşkın süre ile bu 20 dakika arasında bir bağ var. Türkiye’de son 20 yılda gençliğini yaşamış insanlar, sadece o 20 dakikada gülebilir hâle getirildiler. Çünkü ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, hayallerinin gerçek olma ihtimali ellerinden alındı. “Ununu eleyip eleğini asanlar” sustu; yaşını başını alanlar sorumluluktan kaçtı. Hiçbirimiz Ted gibi hayalimizdeki işi kapıp elimizden gelenin en iyisini dünyaya gösterebilme fırsatına sahip olamadık belki.
Eğlenmek, gülmek ve şu iş çıkışı bira içebilme meselesi… Her şey, satın alabileceğimiz değerlere dönüştü ve gittikçe pahası arttı.
Ülke berbat bir hâle sürüklendi ve arkadaşlarla yollar ayrıldı. Mezun olundu ama iş bulunamadı. Hepimizin malumu olan bir habere göre, ülkemizde üniversite mezunu olup iş aramayan ve evden çıkmayan yüz binlerce genç varmış. Bunlar, çoğunun pasif olmakla suçlayabileceği insanlar. Ama şu bir gerçek ki, depresif bir hâlde olduğunuzda bazen tek düşünebildiğiniz şey yataktan kalkıp tuvalete yürüyebilecek gücünüz olup olmadığıdır. Artık, gerçek suçlular pişkinliğini korurken birbirimizi suçlamaktan vazgeçmemizi diliyorum.
Biliyorum, bu pek dizilerle alakalı bir yazı olmadı. Sadece içimi dökmek istedim. How I Met Your Mother’ı izlediğimde üniversitedeydim. Çoğu yaşıtım da ya üniversitede izlemişti ya da lisede. O zamanlar, yabancı dile ilgisi olanlar ya da biraz “havalı” görünmek isteyenler yabancı dizilere merak salmıştı. Çoğumuz da izler izlemez “Bu!” dedik sanırım. “Olmasını istediğim hayat bu! İçinde yaşamak, ait olmak istediğim fantazya bu!”
Zaman geçtikçe sevdiğimiz karakter değişti. Ben Robin’i severdim; duygularla daha önce çok fazla yüzleşme şansı bulamamışken malum ekiple tanışıp, psikolog sevgilisinin “garip bir bağlılık” olarak nitelendireceği bir duygu havuzunun içinde çırpınması beni çok eğlendiriyordu.
Marshall’ı sevdim, çünkü olabilecek en iyi eşti. Sevgi dolu, dinleyen, uyumlu, ilkeli, komik… Lily’yi sevdim, çünkü başım beladayken koşarak yanına gidip danışabileceğim, adeta bir cadı gibi ileriyi görebilen biriydi.
Barney’yi de… Eh, işte. Yine de, Robin gibi kalbini açabilmek için elinden geleni yaptığını düşünüyorum. Çocuksuluğunu yitirmediği için belki onu takdir etmeliyim.
Ve son olarak, sevgili okuyucu… Artık en sevdiğim karakter Ted Mosby oldu. Eskiden, yani ergenken, en sıkıldığım karakterdi kendisi. Bıkıyordum romantik kişiliğinden, izlemek zor geliyordu. Bugün izlediğim bölümden sonra, onun gibi olabilmeyi diledim. Evet, bu yaşta ve hâlâ! Çünkü pes etmiyor, asla. İzlerken “Bu nasıl bir inatçılıktır?” dediğim ısrarcı hâllerinin bende de vuku bulmasını diliyorum. Üzülüyor, darbeler alıyor; yalpalıyor, yanlış kararlar veriyor ve bazen geç de olsa dersini alıyor.
Ted, dizinin en başından beri ne istediğini biliyor. İstediği ise çok basit: sevebileceği bir eş ve bir yuva. Ted’in bize anlatmaya çalıştığı bir şey varsa, o da pes etmemek. Dışarı çıkıp aramak. İstediğimiz şeyin olabileceğine inanmak. İsterseniz “manifestlemek” deyin.
Bir eşik atladım, olanları kabul ettim. Çünkü zamanı geri alamayacağımı öğrendim.
Bilmiyorum, sevgili okuyucu… Bu dizileri, hikâyeleri sevmemizin nedeni bir tür açlık, karamsarlık ya da boşluk olabilir. Ama artık, bu hislerin gitmesine izin vermeyi deneyebiliriz. Kendi hikâyemizi yazabilmek için…
Bazı Sıradan Temenniler ve Geçen 20 Yıl