Babylon: Taksitle Ölüm
Martin Scorsese, 2016’nın son haftalarında Associated Press’e verdiği bir röportajda sinemanın öldüğünü ilan etti. Gençliğinde deneyim ettiği Lawrence of Arabia, 2001: A Space Odyssey ve The Searchers gibilerinin yerini lunapark benzeri seyirler vadeden süper kahraman işlerinin aldığını söylüyordu. Ona göre dijitalleşmeye ve çizgi roman uyarlamalarına bel bağlayıp her zamankinden çok içeriği, her zamankinden fazla sayıda ekranda seyredebiliyorken “eskilerin” o nadir başyapıtlarını artık üretemez olmuştuk. İnternet âlemi bu kocaman sözlerin doğruluğunu veya geri kafalılığını tartışırken Scorsese, 2019’da sektör hakkındaki karamsarlığını bu sefer daha büyük bir argüman ile ifade etti. Gişe yapımlarının salonların çoğunu işgal ettiği sırada bu sanat dalının ilerlemesine en büyük katkıyı sağlayacak orijinal birer vizyona sahip, daha az bütçeli filmlere kalan gösterim sayısı düşüyor ve dolayısıyla da kazandıkları para gitgide azalıyordu. Mafya hikâyeleriyle tanınmış bir yönetmenin tekelleşmeye sertçe karşı çıkıyor oluşu, ilk başta tuhaf bir ironi yaratsa da sonradan neyin sanat eseri, neyin eğlence ürünü olduğuna karar vermek yerine her beklenmedik gişe başarısında sinemanın çoktan durduğu söylenen nabzını yoklar hale geldik. Babylon ise daha da öngörülemeyeni yaparak bize cenazenin yolunu gösterdi.
80 Milyon dolarlık bütçesinin henüz 15 milyon kadarını karşılayabilmiş olan film, 2022’nin en büyük gişe başarısızlıklarından biri olmasına rağmen değişken sinema anlayışları üzerine yıllardır dönen tartışma için mükemmel bir örnek. Çünkü bu sefer Damien Chazelle’in odağında yedinci sanatın konuşmaya başladığı 20’lerin o meşhur son çeyreği var. Kimilerince çığlık çığlığa, kimilerince ise sessizlikle karşılanan bir dönem bu. Babylon, ikinci kesimdekilerin, sektörün değişimine uyum sağlamak zorunda olan aktör, yönetmen, asistan, metin yazarı ve daha birçoğunun bu devrim öncesi avaz avaz bağırarak, sevişerek ve delilercesine dans ederek partiledikleri muhteşem bir sekans ile açılıyor. Hollywood devasa bir özgürlükler imparatorluğu, Fellini filmlerinden çıkma bir sirk, içi dopdolu bir uyuşturucu diyarı o zamanlar, en azından Chazelle’in yazdığı gerçeklikte. Değişimin sancılarını çekeceklerin en görkemli geceleriyle hatırlayacakları ve sonsuz üzüntülerinin kaynağı olacak absürt seviyede dinamik bir gerçeklik bu. Öyle devasa bir dönem ki, partiler mekânı –kelimenin tam anlamıyla- bir fil basana kadar kolay kolay bitmiyor.
Babylon’da kariyer zirvesini yaşayan Margot Robbie’nin canlandırdığı Nellie LaRoy, “Dünyada bir yere gidecek olsan burası neresi olurdu?” diye soruyor filmin başlarında. Partilerin merkezi olan malikânede getir götür işleriyle görevli Manny, bir süre düşünüyor önce. Sonra “Film seti.” diyor. “Her zaman daha büyük bir şeyin parçası olmak istedim.” Bu diyalogdan sonra çıkılan üst kattaki parti, üç saat boyunca seyredeceğimiz diğer tüm karakterlerin yüzlerini ilk defa gördüğümüz yer olarak konumlanıyor. Ünü azalmaya başlamış bir yıldız, başarılı bir caz sanatçısı, depresif bir yapımcı, filmlere başlık kartı hazırlayan karizmatik bir aktris… Hepsi, Chazelle’in Paul Thomas Anderson’ın dönem filmlerindeki o buruk nostaljiyi sahiplendiği rüya ve kâbus hanedanlığının üyeleri. Babylon, sektörün müdavimlerine ayrı ayrı bakarken ister istemez dağılan, bölük pörçük bir yapıya sahip ama ayaklarını yere en sağlam basabildiği zamanları, yine onları birbirleriyle kesiştirdiği, bağımsızlıklarından bir bütün çıkardığı anlar oluyor. Yönetmenin anlatısına kan kaybettirmekten çekinmediği, “bir anlamı ve sürekliliği olanı” elde etmek için gerekli kararları doğrulara tercih ettiği ve bu sebeplerle belki de en cesur davrandığı filmi bu.
Gelin görün ki Chazelle’in duraksattığı tek şey, karakter odakları değil. Sinemaya bir aşk mektubu armağan etmek veya bütünlüksüz bir alternatif tarih yazmaktan daha büyük bir derdi var. Sesliye geçiş dönemini görkemli zamanların bitişini müjdelercesine filmin en merkezine koyuyor yönetmen. İlk yarıda kameraların kaybolduğu, yanlışlıkla birilerinin öldüğü, metotları doğaçlamalarla, ani gelişmelerle sağlanan film çekimlerinin yerini kol saatlerinin, kauçuk tabanlı ayakkabıların ve klimanın yasak olduğu ölüm sessizliğindeki bir set ortamı alıyor. Chazelle, film boyunca bir stüdyo yapımcısı edasıyla sadece iki set gününü teftişe çıkıyor. Ama paralel ve tekrarcı kurguyu o kadar iyi kullanarak gözüne çarpanları rapor ediyor ki, sonrasında özellikle yemek sahnesinde tekrar vurguladığı bu ayrımların çiğ ve kaba sunumlarına daha kolay katlanılabiliyor. Babylon, filmlerin konuşmaya başladığı an susması ve daha mıymıntı bir seyir sunması ile birçokları için yorucu ve dağınık bir tecrübe, evet, ancak bir yandan hikâyeyi epizodik bir senaryo tasarımı örneği, sinemanın bir başka formunun ölümüne şahit olanların melodramı olarak da görmek mümkün.
Chazelle’in uğruna temposunu, görkemini ve seyircisinin sabrını riske attığı derdi, bir sinema salonunda geçen final sekansında kendini açık ediyor en çok. Perdede Babylon ile aynı dönemsel değişimi anlatan Singin’ in the Rain oynadığı sırada sektördeki işinden ayrılıp yıllar sonra ilk defa sinemaya gelmiş Manny’nin gözleri dolmaya başlıyor. Sessiz sinema döneminden, partilerden, set günlerinden kalan anıları usulca ekranda belirlemeye başlıyor. Yalnız bu kez sadece görüntüleri var sahnelerin, sesleri kısılmışçasına yalnızca yağmur altında şarkı söyleyen Gene Kelly duyulabiliyor. Scorsese’nin geçmişe duyduğu özlemin bir benzeri tezahür ediyor filme. Sonra Chazelle, bu umutsuz ruh halinden sıyrılarak sinemanın evriminden kısa kısa kesitler göstermeye başlıyor. Montaj akıp gittikçe Lumière’lerin istasyona yaklaşan trenini sırasıyla yüzüne füze çarpmış bir ay, jiletle gözü çizilen bir kadın, fantastik bir dünyanın kapısını aralayan Kansaslı bir kız, devasa bir uzay istasyonu, eğlence parkından kaçmış bir dinozor, üzerlerine kodlar akan üç ajan ve ağaçtan ağaca atlayan mavi yaratıklar takip ediyor. Singin’ in the Rain’in doğurduğu gözyaşlarının yerini tuhaf bir gülümseme alıyor. Chazelle, bugün başardıklarımızı yarınlara miras bırakabilmenin, ilerlemeye bir şekilde uyum sağlayabilmiş olmanın mutluluğunu tattırıyor Manny’ye. Belki de filmin kendi adına konuşmasına izin vermeden, başka eserlerin imgelerine sırtını yaslayarak yapıyor bunu ama Babylon’un sonradan gişede uğrayacağı büyük başarısızlığın yarattığı sisi de bir şekilde dağıtmış oluyor. Yaklaşık 130 yaşındaki ihtiyarın mezarına bakarken beklenenin aksine ağlamıyor Chazelle. Sinemanın ebedi ölümünü taksitleriyle zaten onlarca kez yaşadığını hatırlatıyor Scorsese’ye ve umutsuzca geleceğe bakan herkese. Bir yenisini müjdeleyen teknolojik gelişmelerin veya mali çöküşlerin ne korkusunu taşıyor ne de umudunu gizlemeye çalışıyor. “Öldü ama dirilecek.” diyor. “Öldü ama dirilecek.”
Babylon: Taksitle Ölüm