Alef: Mal-i Hülya: Kudüm, Rebap, Kanun ve Ney
“Akıl insanı terk ederse mecnun, insan aklı kaybederse meczup olur.”
İlk sezonu Nisan 2020’de yayınlanan BluTv yapımı Alef, gerek konusu gerek kadrosu ile dijital platformda yayınlanan Türk dizileri arasında en beğendiğim yapımlardan birisi haline gelmişti. Atiye, Hakan Muhafız gibi örneklerine rastladığımız; tarihe, mitolojiye dayanan yapımlar köklerimizden aldığı dokusuyla başarıyı kendisine çekmeyi başarıyor. Diğer dizilerin aksine yeterince insana ulaşamamış olan bu yapım ilgi ve takdiri hak ediyordu. İki senenin ardından yeni sezonu Nisan ayında yayınlanan Alef: Mal-i Hülya ise birinci sezondan bağımsız bir sezon olmasına rağmen takip ettiği yol ile benzerlik taşımaktadır. İlk sezonda İstanbul’un tarihi dokusuyla bezenmiş bir polisiye dizisi izlerken bu sezon esrarengiz güzelliği ile herkesi etkisi altına alan Kapadokya ve çevresi mekân olarak seçilmiş.
İlk sezonu Emin Alper tarafından yönetilen dizinin ikinci sezonunda Gökhan Tiryaki yer almaktadır. Buram buram Anadolu kokan bu yapımda yönetmen etkisi kendini belli ediyor. Dizinin finalinde ise Nuri Bilge Ceylan’a teşekkür gözlerden kaçmamaktadır. Oyuncu kadrosuna bakıldığında ilk sezon Ahmet Mümtaz Taylan, Kenan İmirzalıoğlu, Hatice Aslan gibi isimler ile çıkış yapan dizinin bu sezon daha dinamik bir kadroya şans verdiği görülmektedir. Başrolü paylaşan Aybüke Pusat (Defne) ve Taner Ölmez (Çınar) rollerine tam uymuş olmakla beraber çift olarak benim gözüme çok uyumlu gelmediler. Zaten çift olmalarına da gerek yoktu, bu konuya daha sonra değineceğim. Diğer rollerde Hande Soral (Su), Poyraz Karayel’in Sema’sı Emel Çölgeçen (Oya), Serdar Orçin (Melih), Cankat Aydos (Fırat) gibi isimler yer alıyor.
Antikçağ ve Ortaçağ’da insanın biyolojik, ahlâkî ve psikolojik fonksiyonlarını etkilediği kabul edilen dört sıvı maddeyi ifade etmek için kullanılan ahlât-ı erbaa bu sezonun konusunu dayandırdığı temel fikirdir. Dört sıvı, dört element, dört enstrüman gibi birbirini takip eden süreçlerin çözülmesini izlediğimiz bir cinayetler dosyası bu sezon bizi bekliyor.
Diziye adını veren “mal-i hülya” Osmanlı devrinde melankoliyi ifade etmek için kullanılırdı. Melankoli ise kara sevda, kuruntu gibi anlamlara da gelen bir depresyon halidir. Kişinin olması gerekenden daha hareketsiz, tepkisiz bir hayat sürmesine neden olmaktadır. İnanışa göre dört sıvıyı ifade eden ahlât-ı erbaada sıvıların dengede olması esastır eğer bir kişide bu sıvılar dengede olmazsa o kişi hasta demektir. Melankoliye yakalanan insanlar için de bu durumun söz konusu olduğuna inanılmıştır. Bu konunun diziye yansıma şekli ise şu şekildedir; başta El-Kanun fi’t-Tıb eseri olmak üzere tıp tarihine katkılarıyla bilinen İbn-i Sina melankolide bu sıvıların dengesini sağlamanın bir formülünü bulmuş. O dönemde halk tarafından dışlanmayan, hoşgörüyle karşılanan mecnun ve meczuplar tedavi edilmeye çalışılırdı ancak zamanla toplumda oluşan bazı karşıt düşünceli gruplar tarafından istenmeyen bu hastalar için en son on üçüncü yüzyılda bir darüşşifa da İbn-i Sina’nın tedavi yöntemi kullanılmıştır. Tedavinin terk edildiği bu yıllarda melankoli hastaları zindanlara kapatılır, demir halkalarla zaptedilirlerdi. On dokuzuncu yüzyılda melankoliye yakalanan Mihriban adındaki genç bir kızın tedavisi için görevlendirilen Yıldırım Efendi, İbn-i Sina’nın bahsettiği tedavinin reçetesine ulaşır. Bu yöntemi Mihriban üzerinde kullanır ancak hikâyenin sonunda Mihriban intihar eder. Bu başarısızlığın üzerine reçetedeki eksikliği çözmek için ömrünü adayan hekim bulduklarını bimarhanedeki dört emanetçiye Osman Efendi (Ateş), Şair Kerim Efendi (Hava), Vasıf Efendi (Su), Ziya Efendi (Toprak) teslim eder. Bir gün hepsini geri alacağını söyleyen Yıldırım Efendi maalesef bu dediğini gerçekleştiremeden vefat eder. Reçetenin dört parçasına ömürlerinin sonuna kadar canı pahasına koruyan emanetçiler, bu sayfaları aile bireylerine bırakarak geleneği nesilden nesle devam ettirmişlerdir. Emanetçilerin torunları ise dizide izlediğimiz karakterler.
Konu için söyleyebileceğim hiçbir şey yok. Dayandığı hikâye çok güzel ve bu hikâye için gereken atmosfer hem Nevşehir hem Kayseri’de mevcut. Tıp medresesi, şifahane ve bimarhane olarak yüzyıllar boyunca hizmet veren Gevher Nesibe Medresesi tek başına bile bu yapıma yeterdi. Bu mekâna ek olarak Kapadokya’nın dini ritüel noktaları, tarihi alanlar, özellikle Ortahisar Kalesi’nde çekilen aksiyon sahnesi, Gümüşler Manastırı, Sultan Sazlığı bu toprakların görsel mucizeleri denilebilecek her nokta özenle kullanılmış. Planlar, çekim teknikleri, color… Bana kalırsa dizinin teknik anlamda kusuru yok.
Tamam teknik anlamda kusuru yok ama mükemmel bir dizi mi olmuş derseniz olumsuz eleştirilerimden bahsetmek isterim. Öncelikle birinci sezon daha iyiydi. Hikâyeye kendinizi daha fazla kaptırıyordunuz. Aklınız karışıyordu, çözmek için kafa yoruyordunuz, karakterlerle bütünleşebiliyordunuz. Bu dizide konu yeterince iyi değerlendirilememiş. Bu konu bu planlarla başka bir akışta çekilmiş olsaydı dizi benim gözümde uçardı. Bir kere karakterlerle çok bütünleşemiyorsunuz. Hikâye tek taraflı verilmiş, bu şüpheyi seyircide dağıtmaktansa ilgiyi azaltıyor. Emir’in şüpheyi hem dizi içinde hem seyirci üzerinde dağıtıcı olarak kullanılması çok mantıklıydı. Herkesin şüphelenebileceği bir karakterdi ama seyirci Emir’i doğru düzgün yalnız göremedi. Açıkçası ben baştan beri Emir’in suçlu olmadığını biliyordum. Bunu en azından birkaç bölüm bilmemem gerekiyordu.
Çınar’ın ne olursa olsun hikâyenin peşini bırakmaması, dosyayı oldu bittiye getirip kapatmak yerine doğruyu kovalaması onu gerçek bir polis yaparken başkasına muhtaç olduğunu hissettiği bir kadının acısından faydalanması tutarsız bir davranıştı. Bence çok güzel iki dost olabilirlerdi. Yok illaki çift olmaları gerekiyorduysa bu birlikte daha çok zaman geçirdikten sonra olmalıydı. Bu kadar hızlı olması biraz tuhaftı. Bir de bu bir tek benim mi dikkatimi çekti bilmiyorum ya da kaçırdığım bir nokta mı var emin değilim ama 5. Bölüm 39. Dakikanın sonlarında Çınar kendini tanıtırken ben başkomiser Sinan Demir diyor. Açıklaması olan varsa yorumlarda bekliyorum.
Defne’nin daha ilk bölümden beri olayların içine atladığını gördük, merak ve cesaret konusunda ön plana çıkan bir karakter finalde neden evde yatıyor? Hem de kızı tehlikede iken? O karakteri bayıltmadığınız sürece evde bir dakika tutamazdınız. Kızın yeri bulunduktan sonra evden çıkması olmamış. Seyirciye yansıtılan Defne çıkar sokak sokak kızını arardı.
Katilin ninninin peşinde olduğunu farklı sahnelerde iki üç kere zikretmiş olmalarına rağmen Fırat’ın ölümünden sonra adam neyin peşinde diye çözmek için şubede kağıtlara bakmaları çok saçmaydı ayrıca Melih’in şüpheli olduğu ortaya çıktıktan sonra Defne neler anlattığıyla ilgili sorgulanmalıydı o bile sonuca ulaşmak için daha mantıklı olurdu. Defnenin tepkisi nerede?
Senaryoda bütünlük, kusursuz akıcılık ve tutarlı karakter hareketleri benim için ve bence çoğu izleyici için elzem. Daha dikkatli olmak lazım, konu mükemmel, cast karakterlere çok uygun, Taner Ölmez polis karakterine çok yakışmış, mekân zaten bahsettiğim gibi keşke senaryoya biraz daha dikkat edilseydi. Su karakterinin sahneleri sanki süreyi doldurmak için konulmuş gibiydi, karakteri yeterince hissedemedim. Fırat’ın son sözleri, Çınar’ın teslimi çok güzel sahnelerdi ama Yılmaz Tütük hikayesi bence bu senaryoya fazlaydı. Suçu başka bir nedenden olsa daha iyi olurdu. Ana konunun üstüne çıkacak bir neden olmamalıydı.
Son olarak genel bir eleştirimden bahsetmek isterim. Farkındalık için dizilere serpiştirilmeye çalışılan ufak ayrıntıların seyircide yansıması ufak olmuyor o yüzden her dizide bu yöntemin kullanılmasını uygun bulmuyorum. Bu konuda benden en büyük eleştiriyi Netflix dizileri alıyordu. Alef’te böyle bir problem görmeyi beklemiyordum. Ana konu olarak bu tarz farkındalıklar seçilebilir ama tamamen farklı bir konuya sahip dizide sırf dikkat çekmek için böyle sahneler tercih edilmemeli.
Alef: Mal-i Hülya: Kudüm, Rebap, Kanun ve Ney