A Deadly American Marriage: Adalet mi, Algı mı?
Netflix’te denk geldiğim A Deadly American Marriage, ilk bakışta klasik bir “evlilik içi trajedi” gibi görünse de izledikçe bunun çok daha derin, karmaşık ve rahatsız edici bir hikâye olduğunu fark ettim. Belgesel, İrlandalı iş insanı Jason Corbett’in ABD’deki evinde öldürülmesi ve ardından gelişen davalar üzerinden sadece bir cinayeti değil; aile dinamiklerini, medyanın yönlendirdiği algıyı ve adalet sisteminin çelişkilerini de masaya yatırıyor.

Olay örgüsü oldukça sarsıcı: Jason, ilk eşini kaybettikten sonra çocuklarına bakıcı olarak gelen Molly Martens’le evleniyor ve Amerika’ya taşınıyor. Ancak bir sabah evinde ölü bulunuyor ve Molly ile eski FBI ajanı babası Thomas Martens, onu beyzbol sopası ve tuğlayla öldürdüklerini kabul ediyor. Sebep olarak ise Molly’yi korumak adına “meşru müdafaa”yı öne sürüyorlar. Her şey o kadar çelişkili ve bulanık ki kimin haklı, kimin kurban olduğunu anlamak neredeyse imkânsız hale geliyor.
Belgeselin anlatımı oldukça akıcı. Görüşmeler, mahkeme kayıtları ve arşiv görüntüleri başarılı bir şekilde bir araya getirilmiş. Kimi zaman kendimi Molly’nin mağdur olduğuna inandırırken buldum, kimi zamansa Jason’ın gerçekten şiddet eğilimli biri olmadığını hissettim. İşte bu belirsizlik, izleyiciyi tek bir yargıya varmaktan alıkoyuyor ve sürekli bir sorgulama halinde tutuyor. Bu açıdan bakıldığında belgeselin en güçlü yanının tarafsız gibi görünmeye çalışırken aslında izleyicide duygusal salınımlar yaratması olduğunu söyleyebilirim.

Ancak bu “tarafsızlık” kısmı bazen rahatsız edici seviyeye geliyor. Molly ve babasına anlatımda fazlaca alan tanınması, bazı ifadelerin sorgulanmadan verilmesi bende “Acaba manipülasyon mu izliyoruz?” hissi yarattı. Özellikle Jason’ın çocuklarının ifadelerinin gerektiği kadar ciddiye alınmaması, belgeselin adalet duygusunu zedeleyen unsurlardan biri oldu. Bazı sahnelerde Molly’nin kendini aklama çabaları fazlasıyla teatral geldi. Bu da olayın trajedisini gölgeliyor gibi hissettirdi.
Yine de belgesel, sadece bir cinayeti değil, toplumun kadına bakışını, aile içi ilişkilerin kırılganlığını ve adaletin nasıl algıya göre şekillenebileceğini güçlü şekilde yansıtıyor. Hikâye boyunca en çok ilgimi çeken nokta, olayın merkezindeki çocukların ruhsal süreci oldu. Babalarını kaybediyorlar, üvey anneleri suçlanıyor, bir yandan da kimin doğru söylediğini anlamaya çalışıyorlar. O çocukların gözünden baktığınızda, yaşananların duygusal boyutu çok daha sert bir hâl alıyor.

Sonuç olarak, A Deadly American Marriage benim için sadece bir belgesel değil, aynı zamanda kafamda dönüp duran onlarca sorunun fitilini ateşleyen bir deneyim oldu. İzlerken zaman zaman öfkelendim, bazen empati kurdum, çoğu zaman da neye inanacağımı bilemedim. Kimin doğru söylediği, kimin manipüle ettiği o kadar gri bir alana yerleştirilmişti ki kendimi sürekli taraf değiştiren biri gibi hissettim. Bu da aslında belgeselin en güçlü yanıydı: bana net cevaplar vermek yerine, sorgulamamı sağladı.
Dürüst olmak gerekirse, bazı sahnelerde anlatımın yönlendirme dozu fazla geldi. Özellikle Molly ve babasının savunmalarına bu kadar alan açılması beni biraz rahatsız etti; çünkü olayın merkezinde Jason’ın çocukları gibi hissettiğim oldu. Onların sesinin yeterince duyulmadığını düşünmek içimi burktu. Yine de bu yapım, adaletin yalnızca mahkeme salonlarında değil, insanların zihinlerinde ve vicdanlarında da şekillendiğini hatırlattı bana. Tekrar izler miyim bilmiyorum ama zihnimde yer eden o “Peki ya sen orada olsaydın, ne düşünürdün?” sorusu uzun süre peşimi bırakmayacak gibi.
İzleyecek bir şey arayışındaysanız ve A Deadly American Marriage belgeseline bir şans vermek isterseniz Netflix kütüphanesinden ulaşabilirsiniz, iyi seyirler dilerim!
A Deadly American Marriage: Adalet mi, Algı mı?