The Second Act: İç İçe Geçen Söylemler
The Second Act (Le Deuxième Acte) daha önce benzerini çok görmediğimiz bir film anlatısıyla karşımıza çıkıyor. Daaaaaalí! , Yannick gibi filmleri yöneten Quentin Dupieux bu filmiyle bize sinemanın tüm o boğucu, keskin kurallarından sıyrılarak aslında bildiğimiz absürt filmlere hiç benzemeyen bir absürt – aşırı evren sunuyor. Minimal görsel plan ve mekan tercihleriyle uzun ve ferah bir yürüyüşe çıkarıyor. Başrollerinde Léa Seydoux, Vincent Lindon, Louis Garrel ve Raphaël Quenard’ın yer aldığı The Second Act (Le Deuxième Acte), açılışını 2024 Cannes Film Festivali ile yaptı. Ben de Filmekimi kapsamında filmi izleme fırsatı buldum. Salonun sık sık kahkahalara boğulması kadar şok olduğunu da söyleyebilirim. Çünkü film, hiçbir zaman bize konforlu, güvenli bir seyir alanı tanımıyor. Aksine, tam inandığınız ve konforlu hissettiğiniz anda hiç beklenmedik bir olayla karşılaşabiliyorsunuz.
Temel olarak filmin konusu David (Louis Garrel )’in uzun süredir görüşmekte olduğu kız arkadaşı Florence (Léa Seydoux)’dan hiç etkilenmediği için onu arkadaşı Willy (Raphaël Quenard) ile tanıştırarak Florence’den kurtulmak istemesinden oluşuyor. Ancak film bu konu temelinde kurulu değil.
!Yazının geri kalanı spoiler içermektedir!
Hem fragmana hem de yönetmen söyleşilerine bakıldığında birçok kritik sahneyi ele vermekten kaçınmış olsalar da filmin hemen başında dördüncü duvarın kırılması hatta neredeyse yok olmasıyla bu filmin bir “film içinde film” anlatısı olduğu hemen fark ediliyor. Uzun yollar boyunca yapılan yürüyüşlerde karakterler birçok farklı konudan genellikle alaycı bir dille söz ediyorlar. Karakterlerin sıkça rollerini bir kenara bırakıp farklı bakış açılarından konuştuklarını seyrediyoruz. Bu sayede onlara tek bir yerden bakmamız imkânsız hale geliyor. Öyle ki homofobik bir karakteri canlandırdığını zannettiğimiz Willy’nin eşcinsel bir oyuncu olduğu gerçeğiyle şok olabiliyoruz. İyi işlenmiş ve çoğu zaman çift anlamlı, uzun diyaloglardan oluşan bu iç içe geçmiş sahnelerde yönetmenin iğnelemeleri ve alaycı tavrı dikkat çekiyor. Bana kalırsa bu uzun tek plandan oluşan sekanslarıyla bile vasat bağımsız filmlerin uzun sekanslarını alaya alıyor.
Başa dönecek olursak, diyalogların içerdiği çeşitliliğin de filmi zengin kılan unsurlardan biri olduğunu söyleyebiliriz. #Metoo etkilerinden, cancel culture, küresel krizler karşısında sinemanın kısıtlılığı, yapay zeka ve onun sanatsal yaratıcılığına kadar birçok farklı konu git gide karmaşıklaşan bir dizi konuşmalar zinciri içinde yer alıyor. Böylece seyirciye hem görsel hem de içerik anlamında tek bir şeyi dayatmıyor. Bu anlamda hem görsel hem de anlatı boyutunda tercih ettiği üslubuna hayran kaldığımı söyleyebilirim. Yaratıcı süreçle kurgu arasındaki süreci yok eden Yönetmen, çoğu şeyi “olduğu gibi” anlatmayı tercih ediyor. Bu sebeple filmin içinde bir film çekmekte olan oyuncular, sık sık rolden çıkıp kendi yorumlarını yapıyorlar. Diğer yandan film, hem yazarlığın hem de oyunculuğun zorlukları üzerine yaptığı göndermeler ile kendi içinde Yannick’e bir gönderme yapıyor.
İçten ve abartıdan uzak sahneleri ile “gerçeklik” üzerine düşünmeye teşvik eden yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu sürrealist sahnelerde oyunculuk performanslarının da büyük bir önem taşıdığına inanıyorum. Oyunculuklar bu karmaşık sahneleri adeta parlatıyor. Léa Seydoux ile Louis Garrel’in yeteneklerinin zamanla daha da olgunlaştığını görüyoruz. Özellikle Manuel Guillot’un aşırı gergin bir garsonu ve aynı zamanda figüranı korkutucu gerçeklikte yansıtması da filmin en güzel sürprizlerinden biri olmuş. Bu yazıyı yönetmenin filme dair aşırı gerçekçi sözleriyle bitiriyorum:
“Susmak istiyorum. Yorgunluktan veya kibirden değil, sadece bu çok konuşkan film, söylemek istediğim her şeyi özenle seçilmiş kelimelerle ifade ediyor ve kendi analizini son derece açık bir şekilde barındırıyor. Bu yüzden, her şeyin her an söylendiği ve gerçek zamanlı olarak yorumlandığı bir filmi bir yönetmen ve oyuncuların tekrarlamasını dinlemenin gereksiz olacağını düşünüyorum.”
The Second Act: İç İçe Geçen Söylemler