The Phoenician Scheme: Renkli Kadrajlar Arasında Yaralı Bir Aile
78. Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan The Phoenician Scheme, usta yönetmen Wes Anderson’ın yazıp yönettiği, casusluk temalı bir kara mizah filmi olarak yakın zamanda vizyona girdi. Oyuncu kadrosu tam bir yıldızlar geçidi olan The Phoenician Scheme’de Benicio del Toro, Mia Threapleton, Tom Hanks, Bryan Cranston, Riz Ahmed, Scarlett Johansson, Benedict Cumberbatch, Willem Dafoe ve Jeffrey Wright gibi önemli isimler göze çarpıyor.
2021 yapımı The French Dispatch‘ten sonra ikinci defa bir araya gelen Wes Anderson ve Benicio del Toro, giderek artan bir kimya yakalamış gibi görünüyor. Wes Anderson, bu filminde de kendisiyle özdeşleşen stilize edilmiş pastel renk paletleri, güçlü ve simetrik biçimsel estetiği ve hızlı kurgusuyla karşımıza çıkıyor. Bu tarzının yanı sıra tematik olarak da pek fazla yenilik getirdiğini söylemek zor. Aile, sadakat, aidiyet, geçmiş özlemi, kapitalizm ve miras gibi temalara sırtını yaslayan The Phoenician Scheme, tam bir Wes Anderson filmi olduğunu kanıtlıyor.
1950’li yıllarda geçen hikâye, zengin, hırslı ve sansasyonel bir iş adamı olan “Zsa-Zsa” Korda’nın bir suikast girişiminden kurtulmasıyla başlıyor. Adı dolandırıcılık ve vergi kaçakçılığı gibi türlü kirli işlerle anılan Korda’nın ticari faaliyetleri, bürokratlar tarafından engellenmek istenmektedir. Bu yüzden, açılışta da gördüğümüz gibi, sayısız suikast girişimiyle ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Bir gün bu denemelerden kurtulamayacağını öngören Korda, on çocuğundan tek kızı olan Liesl ile arasındaki mesafeli ilişkiyi düzeltmek ister. Başarısızlıkla sonuçlanan son suikast planından sonra Liesl ile bir araya gelip tüm mal varlığını ve işlerini ona devretmek için anlaşmaya çalışır. Ancak bu pek de kolay olmayacaktır; zira Korda’nın, Liesl’in annesini öldürdüğüne dair söylentiler vardır ve Korda, kızına doğru düzgün babalık yapmamıştır. Korda bu iddiaları reddederek asıl sorumlunun üvey kardeşi Nubar olduğunu söyler ve Nubar’dan birlikte intikam alabilecekleri fikriyle Liesl’ı ikna etmeye çalışır. Hikâyenin esas noktasında ise Korda’nın, hayatının en önemli projesi olarak adlandırdığı ve tüm servetini yatırdığı bir altyapı planı vardır. Bu planı gerçekleştirmek için Korda ve Liesl, yanlarına Bjørn adındaki asistanlarını da alırlar. Bu esnada Korda, türlü ekonomik manipülasyonlarla engellenmeye çalışılınca pek çok yatırımcıdan yardım almak için kızıyla ve asistanıyla yollara düşer.
Hikâye, bu noktadan sonra imparatorluğunu korumaya çalışan Korda ile aslında rahibe olmak isteyen kızı Liesl arasındaki dinamik üzerinden şekilleniyor. Liesl, bu anlaşmada Korda’nın pek insancıl olmayan yöntemlerini reddeder. İkili arasındaki bu çatışma, karakterlerin değişimi ve dönüşümü için kapılar açar. Bu yolculukta, kapitalist bir oligark olan Korda’nın, kızıyla ve ailesiyle olan ilişkilerine dair geçmiş pişmanlıklarına ve iç sorgulamalarına tanık oluruz. Wes Anderson’ın çoğu yapıtında bu tip ebeveyn-çocuk ilişkisi meselelerine dokunmasına alışkınız. Esasen, Korda’nın içindeki büyük boşluğun sebebinin, güvenebileceği birinin olmaması olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü defalarca yinelenen suikast girişimlerini gerçekleştirenlerin ya eski bir tanıdığı ya da eski bir çalışanı olduğunu fark ederiz. Korda, her ne kadar iyi bir insan sayılmasa da en çok özlemini çektiği şey, hayatında güvenebileceği insanların olmasıdır. Herkes bir şekilde ona ihanet etmiş veya sırtını dönmüştür. Dolayısıyla kızına göstermek istediği duygusal yakınlığın kaynağında bu boşluğun yattığını söylemek yanlış olmaz. Bu noktada, Wes Anderson’ın karakter inşasında diğer filmlerinden geri kalmadığını, hatta öne bile çıktığını belirtebiliriz.

The Phoenician Scheme: Renkli Kadrajlar Arasında Yaralı Bir Aile
Wes Anderson, bu filminde de pek çok tema üzerinde dolaşmayı tercih ediyor. Kapitalist zihniyet ile sömürü düzeni arasındaki bağlantıya, Orta Doğu’nun zengin toprakları üzerinden değiniyor. Yönetmen, aile ile maneviyat arasındaki bağlantıya da Korda ile Liesl arasındaki giderek dokunaklı bir hâl alan baba-kız ilişkisiyle bir söylem getirme niyetindedir. Wes Anderson, bu filmde derinlikli karakter yaratma noktasında istediğini elde etmişe benziyor. Karakterler arasındaki bağı kurma konusunda ise önceki filmlerinden alışık olduğumuz kalıpların dışına çıkmayı tercih etmiyor. Filmde hızlı sahne geçişleri ve hareketli bir kurgu gözlemleniyor. Bu biçimsel tercihe rağmen hikâye anlatımının özellikle ilk yarıda oldukça yavaş kaldığı söylenebilir. Filme orijinallik katan en önemli unsurlardan biri ise Korda ve Liesl’ın temsil ettikleri değerler üzerinden yapılan kurgu olarak görünüyor. Bir babanın kızına bırakmak istediği miras, aslında kapitalist bir gücün mirası mı, yoksa insani değerlerin ve inancın mirası mıdır? Bu bakımdan, babanın ve kızın hikâyenin ana eksenini oluşturan bu çatışması filme olumlu bir değer katıyor. Dolayısıyla burada kutsal ve manevi olanla ticari olan arasında bir anlam okuması yapmak mümkündür. Korda’nın “Karşına bir engel çıkarsa ezip geç.” mottosundan, kızı aracılığıyla insani ve manevi değerlere doğru yol alışındaki çarpıcılık bu anlamda oldukça önemlidir. Film boyunca Korda’nın ölümden dönüşleri ve bu anlarda yansıtılan ahiretteki yargılanma imajları, karakterdeki değişimi ve filmin en önemli temalarından olan kefareti somutlaştıran etkili bir yöntem olarak kullanılmış. Bu açılardan bakınca Wes Anderson’ın, biçimsel olanla hikâye anlatımı arasında yarattığı bileşimin ustalığı kolaylıkla görülebilir.
Hikâye ilerleyip sona doğru yaklaşırken pek çok sır gün yüzüne çıkıyor. Korda ve Liesl arasındaki ilişki bu anlamda dalgalı bir seyir izliyor. Nubar’ın da hikâyenin merkezine oturmasıyla birlikte olayların tamamen bir aile dramasına dönüştüğüne tanık oluyoruz. Zaten en başından beri filmin temelinde bir aile temasının yattığı söylenebilir.
Filmdeki ifadesiz ve katı diyaloglarla mizahi anlatım arasındaki karşıtlık dikkat çekiyor. Bu yapı, Wes Anderson’ın alametifarikası sayılabilir. Absürt ama aynı zamanda ciddi bir atmosferin birleşiminin, filmin komedi yönünü vurgulamadaki başarısı göz ardı edilemez. El bombaları ve alkollü içecekler gibi nesnelerin bu mizahi yapıyı olumlu şekilde desteklediğini görüyoruz. Bunun dışında, görsel estetiğe bu kadar önem veren bir yönetmenin bu filminde de anlatısını sembollere dayandırmasına şaşırmamak gerekir. Filmde görülen pek çok sembolün, Wes Anderson’ın işlemek istediği temaları güçlendirdiği söylenebilir. Alexandre Desplat’ın etkileyici müzikleri ise hem filmin dönemini ve ruhunu yansıtması hem de seyir zevkini artırması açısından övgüye değerdir. Fakat bu filmde Wes Anderson, önceki filmlerine nazaran biçimsel estetik kaygısını daha esnek bir şekilde yansıtmayı tercih ediyor. Hikâye anlatımına daha fazla ağırlık vermek ve anlatımla görsellik arasında bir denge yaratmak arzusunda olduğu hissedilebiliyor. Ancak hikâye anlatımını yine de önceki filmlerinden daha güçlü olarak nitelendirmek zordur.
Karakterlerin bizlere ifadesiz, mímiksiz ve soğuk bir şekilde sunulmasının mizahi anlatıma hizmet ettiği aşikârdır. Bu açıdan, Benicio del Toro ve Mia Threapleton başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun, kendilerinden isteneni ölçülü ve eksiksiz bir şekilde yerine getirdiğini söylemek mümkündür. Kate Winslet’ın kızı olan genç oyuncu Mia Threapleton’ın bu filmde ortaya koyduğu performansın, kariyerinde önemli bir sıçrama tahtası olabileceği öngörülebilir.
Wes Anderson, bu filminde ufak dokunuşlarla değişiklikler yaratmış olsa da tarzını ve kalıplarını büyük ölçüde muhafaza etmeye devam ediyor. Her ne kadar kendine özgü ve değerli bir sanatsal üsluba sahip olsa da aynı filmlerin benzer versiyonlarını izliyormuşuz hissi yarattığı da bir gerçektir. Dolayısıyla bu film başarısız bir yapım olmasa da yenilikten uzak kaldığı ifade edilebilir. Daha derinlikli bir hikâye anlatımı ve daha esnek bir görsellik arasında bir yere konumlansa da The Phoenician Scheme, Wes Anderson filmografisi içinde pek de farklı bir yerde durmuyor.