The Matrix Resurrections: Unutulmak İstenen Hayal Kırıklığı
Dile kolay tam olarak on sekiz yıldır beklenen dördüncü Matrix filmini sonunda izleyebilmiş bulunmaktayız. Ressurections’un yönetmenlik koltuğunda bu sefer yalnızca bir tane Wachowski oturuyor, Lilly Wachowski’nin yönetmenliğe ara vermesinin ardından Lana Wachowski bu işi üstlenmiş bulunmakta. Filmin oyuncu kadrosu ilk üç filmden Keanu Reeves ve Carie-Anne Moss’u korurken; yeni gördüğümüz yüzler ise Jessica Henwick, Yahya-Abdul Mateen, Jonathan Groff ve Neil Patrick Harris oluyor.
İncelememize geçmeden önce Matrix hakkında bazı şeylerin söylenmesi gerektiğinin bilincindeyim. 1999 yılında çıkan The Matrix sadece dönemini kasıp kavuran bir yapım değil, sinema tarihinin mihenk taşlarından birisiydi. Senaryosunda içerdiği insanlığa dair tespitleri, felsefi konulara sevk eden derin alt metni bile günümüzde popülerliğini kaybetmiş değil. Profesörlerin üzerine makaleler yazdığı, akademik mertebeye erişen bir başyapıttı The Matrix. Hakkında binlerce kelime yazılsa bile değerini ancak tarif edebileceğimiz unutulmaz bir yapıt. Bugün bile izlendiğinde ilk kez izlenmişçesine bir etki bırakır sinemaseverlerin üstünde, sahneleri tekrar tekrar izlenir. Sokakta yürürken ‘Clubbed to Death’ dinlenir. Bu film kendi janrasını adeta şekillendirdi ve bugün bile hikayelerin esin kaynağı olabilmeyi başardı. The Matrix sadece bununla kalmadı ve 2003’te kendini bir üçlemeye dönüştürdü. Reloaded ve Revolutions dürüst olmak gerekirse ilk filmin yanından, kıyısından geçemeyen birer ‘popcorn’ filmleriydi. Reloaded çözüm kısmında ilk Matrix’in içerdiği felsefi altyapıya göz kırpsa da Revolutions bir aksiyon filmi olmaktan öteye geçememişti. Buna rağmen Matrix üçlemesi sinema tarihinin en iyiler listelerinde adını ilk sıralara yazdırabilecek, geniş bir hayran kitlesi edinen klasikler arasında yerini almıştı.
Dördüncü bir film ise yıllardır beklenen bir hadiseydi, Matrix fanlarının içten içe yıllarca hayal kurduğu bir projeydi. Bir Matrix fanı olmasam da, bu filmin vizyona girmiş olmasının bile Matrix ile büyüyen nesle neler hissettirdiğini tamamen anlayabiliyorum. Ben bile küçükken filmin etkisi altında siyah mont ve siyah güneş gözlüğü ile gezen insanlara şahit oluyordum. Öte yandan Ressurections’ın varlığı bile Matrix fanlarının yıllardır oluşturduğu ve tartıştığı teorilerin doğruluğunu veya yanlışlığını cevaplama fırsatı sunuyordu. Her ne kadar Warner Bros’un berbat pazarlama kampanyasına, filmi HBO Max’ten yayınlamasına ve vizyon tarihini Spider-Man: No Way Home gibi bir gişe titanı ile bir hafta boşlukla belirlemesine rağmen The Matrix Ressurections gerçekten de devasa bir sinema olayı. Peki Ressurections, on sekiz yıllık bir beklentinin ardından iyi bir film olabilmiş mi? Üzülerek belirtiyorum, bu soruya evet yanıtını vermek benim açımdan gerçekten de imkansıza yakın.
Her ne kadar eleştirmen notlarını paylaşmayı sevmesem, bir yapımın iyi veya kötü oluşunun eleştirilerden ziyade kişinin kendi bakış açısının kendisi adına belirleyeceğini düşünsem de durumun vahametini yansıtabilmek için filmin kritik notlarına yer vereceğim. Ben bu yazıyı yazarken Ressurrections’ın IMDb puanı 6/10, Metacritic notu 65/100, Rotten Tomatoes puanı ise 66%. Eleştirmenlerin notları bir yana, filmin Rotten Tomatoes’da izleyicilerin beğenilerine göre oluşmuş izleyici skoru ise 65%. Ressurections yalnızca benim değil, genel olarak izleyicilerin içine sinmemiş bir yapım olarak karşımıza çıkmakta. Peki The Matrix Ressurections’ın yanlış yaptığı şeyler tam olarak neler?
İncelememizin bu kısmından sonrası filme dair spoilerlar içerecek. Spoiler yemek istemeyen okuyucularımız yazımızın son iki paragrafına bakabilirler.
Revolutions’ın sonunda; Neo makinelerin şehrine gitmiş, orada Matrix’e girerek virüs haline gelen Smith’i alt etmiş ve Zion’un kurtuluşu için kendini feda etmişti. Trinity de Neo’nun bu yolculuğu esnasında hayata gözlerini yummuştu. Neo’da dolaylı yoldan da olsa aslında kaynağına geri dönmüştü. Ressurections’da ise makinelerin neden Neo’yu dirilttiği filmden önce büyük bir soru işaretiydi. Filmin ilk kısmında hiç alışık olmadığımız, bir Matrix filminden görmeyi beklemeyeceğimiz bir atmosfer ile karşı karşıya kalıyoruz. Thomas Anderson, yeniden düzenlenen Matrix içerisinde adeta bir Hideo Kojima edasıyla oyun sektöründe vazgeçilmez bir isim haline dönüşmüş ve kendi yaşadıklarını üç tane Matrix oyunu yaparak anlatmış. Sonrasında da ondan dördüncü bir Matrix oyununun Warner Bros tarafından istendiği ve ne olursa olsun bu projenin hayata geçirileceği söyleniyor. Açıkçası Lana Wachowski’nin yaptığı bu kör göze parmak göndermeleri ben çok ucuzca ve tabiri caizse ‘cringe’ buldum ama filmin problemleri bundan kesinlikle çok daha büyük.
Yaşadığı dünyanın bir simülasyon olduğunu düşünmeden duramayan ve geçmişte intihar teşebbüsünde de bulunan Thomas’ın sürekli kendisinin psikoloğu olan ‘The Analyst’ ile bu problemlerini masaya yatırışını izliyoruz. Neil Patrick Harris’in oynadığı bu karakterin yenilenmiş bir ‘Architect’ olduğu da filmden önce tahmin edilebiliyordu fakat bu filmde böylesine bir rol oynayacağı açıkçası izleyicilere ters köşe olmuştur diye tahmin edebiliyorum. Daha sonrasında Analyst’in Neo’yu sürekli kontrol altında tuttuğunu ve onun Matrix’ten çıkmasına müsaade etmediğini de anlasak da neden Trinity’i dirilttiğini başlarda anlayamıyoruz. Trinity de bu yeni Matrix’te ‘Tiffany’ ismiyle evlenmiş ve çocuklarıyla da bir aile kurmuş. Daha sonrasında da filmin adeta ‘şovu çalan’ karakteri Bugs ve ekibinin yardımıyla Neo, tekrardan gerçek dünyaya geri dönüyor. Filmin ilk yarısı, 99 yapımı Matrix’in adeta bambaşka bir versiyonu olsa da nostaljinin kullanımı her zaman iyiye gitmeyebiliyor. Ressurections’ın en büyük problemlerinden biri kesinlikle adeta yolunu şaşırmış, sallanan bir olay örgüsü içeren senaryosu. Filmin başlarında da bu konudan bahsedildiği gibi adeta zorla yapılmış bir film hissiyatı veriyor Ressurections, hem de bütün film boyunca.
Filmin zaten sallanan senaryosu, Neo’nun gerçekliğe adım atışından sonra iyice dökülmeye başlıyor. Matrix adını taşıyan bu film, kendisinin ne olduğunu unutmuşçasına adeta her yaz görebildiğimiz bir blockbuster yapımına dönüşüyor. Filmin bu kısmından sonra sadece Trinity’i kurtarmaya odaklanan Neo’yu seyrediyoruz, mutlu bir son ile de Neo bu isteğini gerçekleştiriyor. Sakız gibi sünmüş hissiyatı veriyor filmin bu hikayesi. Zion şehrinin de Matrix gibi bir simülasyon olduğunu belirten teoriler de bu filmle beraber yanlışlanmış gözüküyor. Makinelerin arasında çıkan bir iç savaş sonrası Niobe’nin önderliğinde yeni bir şehir kurulduğunu gözlemliyoruz, bu şehirde de insanlar ve robotlar huzur içerisinde yaşıyorlar. Filmin Matrix hikayesine katabildiği tek şey de bu olmuş çünkü Ressurections’ın klişe bir aşk öyküsü anlatmaktan başka bir amacı bulunmuyor. Reloaded ve Revolutions her ne kadar ilkine yaklaşamayan filmler olsa da 2003 gibi bir yıl göz önüne alındığında bugün bile izlendiğinde haz veren aksiyon sahneleriyle beğenileri toplamayı başarabilmişti. Bu filmde ise üçlemedeki aksiyon sahnelerine yaklaşabilen bir tane sahne bile bulunmuyor. Ressurections zaten Matrix temasının yanından geçmeyen bir filmdi ama parodi hissiyatı veren özenilmemiş aksiyonu ile iyice silik bir yapım haline gelmiş.
Keanu Reeves yıllar geçse bile formunu korumayı başarabilen bir aktör, bu filmde de kameralar karşısında parıldamaya devam ediyor adeta. Zaten onun olmadığı bir Matrix devam filmi düşünülemezdi bile. Ressurections’ı seyirciye sevdirmeyi başarabilenler ise kesinlikle yeni gördüğümüz karakterler ve oyuncular olmuş. Zaten filmin neredeyse yarısı Sense8 oyuncularından oluşuyor ve adeta içimizi ısıtıyor; bir Wachowski yapımından da başka bir durum beklenemezdi. Jessica Henwick bu filmde oynayabilmek için Marvel Studios’un ‘Shang-Chi’ teklfilini reddetmişti ve zaten o zamandan beri izleyicilerin beğenisini kazanmıştı; bu filmle daha fazlasını yapmış. Jonathan Groff; Smith’in yeni görünüşünü, kendisine verilen senaryoya rağmen iyi canlandırmayı başarabilse de elbette Hugo Weaving’e yaklaşabilecek bir portre sunmayı başaramıyor. Smith’in film boyunca Neo’ya ‘Mr. Anderson’ yerine ‘Tom’ demesi de gerçekten sinir bozan bir ayrıntıydı. Smith’in bu filmdeki varlığı da sorgulanabilir üstelik, Lana Wachowski’nin senaryo anlamında ne kadar berbat bir iş ortaya koyduğu da karşımızda duruyor. Neil Patrick Harris ise zaten sevdiğimiz bir aktördü, kendisinin Analyst performansı da şahane olmuş. Yahya-Abdul Mateen’in Morpheus’u ise bildiğimiz karakterden çok uzaktı. Bu filmde neden bu karakter vardı o bile faili meçhul. Fan-service her ne kadar ucuza kaçan bir etmen olarak nitelendirilse de en azından yüzleri gülümsetebilen bir hadise; bu film bu konuda bile sınıfta kalmış. Filmin sonunda da alışılagelmedik bir şekilde Trinity ‘The One’a dönüşüyor. Her ne kadar kağıt üstünde bu iyi bir şey olarak gözükse de, ilk filmde Trinity’nin Neo’ya inancının bu filmde rolleri değiştirmesini görsek de sinema perdesinde eğreti duruyor bu olay. Filmin ikinci yarısı kesinlikle yıllar sonra bile hatırlanmak istenmeyecek türden bir hikaye sunmuş bizlere.
Benim Matrix serisinde en rahatsız olduğum problem, bu filmde de olduğu gibi devam etmiş. Gördüğüm ve hoşnut olmadığım konu ise, bence Matrix yapımları içerdiği potansiyele ve oluşturduğu geçmişe çok uzak kalan ve yanlış yere odaklanan yapımlar. Animatrix’i izleyen okuyucularımız hangi konudan bahsettiğimi az çok anlayabilmiştir. Animatrix’te ‘The Second Renaissance’ isimli bir bölüm mevcut. Bu animasyon; 99 yapımı Matrix’te bahsedilen insanlar ve robotlar arasındaki geçmişi ve çatışmayı konu edinen bir yapım. İnsanların önce robotları nasıl dışladıklarını, onlara karşı nasıl soykırım gerçekleştirdiklerini, robotların kurduğu ülkenin elçilerini nasıl öldürdüklerini, daha sonrasında çıkan savaşta robotların insanlara karşı ezici üstünlüğünü, robotların insanlar üzerindeki deneylerini ve Matrix’in nasıl oluştuğunu gösteren bir animasyon bu, hala izlendiğinde bile ürkütecek kadar sert ve vurucu bir yapım. Matrix, geçmişinde çok büyük ve ürkütücü bir hikaye taşıyor; sadece bu bile değil, Animatrix’teki diğer bölümler de Matrix’in içerdiği potansiyeli ve hikayeleri çok iyi yansıtabilen yapımlar. Bunları gördükten sonra Reloaded ve Revolutions gibi kuru aksiyon içeren ve potansiyelini kullanamayan yapımlar görmek açıkçası çok sinir bozucu. Üstelik bahsettiğim bu iki film adeta bir elmanın iki yarısı gibi, tek bir filmin içermesi gereken hikayeyi zorla ikiye bölmüş Wachowskiler. Haliyle bu iki film, tek bir film olup çok iyi olabilecekken iki kötü yapıma dönüşmeyi tercih etmiş. Üstüne de Ressurections gibi ne olduğunu bilmeyen bir yapım gelince insan ister istemez üzülüyor. Matrix ismi kesinlikle bu filmlerden çok daha fazla şeyler içeriyor, çok daha iyi hikayeler için çok kuvvetli bir altyapıya sahip ama görüldüğü gibi fırsatlar sürekli boşa doğru gidiyor.
Toparlamak gerekirse; The Matrix Ressurections yıllar süren beklentiyi karşılamayı geçtim, daha da eksiye inen, adeta bir Matrix parodisi gibi hissettiren, içerdiği potansiyele göz ucuyla bile bakmayan çok zayıf bir yapım olmuş. The Matrix, zaten kuvvetli bir üçleme değildi lakin bu filmin gelişi seriyi kesinlikle çok daha fazla zayıflatmış. Ressurections gülümseten bazı oyuncu performanslarını içerse de kesinlikle film sonrası izleyiciyi mutlu edebilecek türden bir yapım değil. İnternette hayal kırıklığına uğrayan Matrix fanlarını gördükçe de açıkçası bu film için daha fazla üzülüyorum çünkü karşımızda gerçekten de çok büyük bir olumsuzluklar silsilesi bulunmakta. Benim sizlere önerim; sinema salonundan ziyade bu filmi internetten izlemeniz; film vizyona girdiği aynı gün içerisinde HBO Max’ten de yayınlandı, bunu dememin sebebi ise karşımızda parasını hak eden bir yapımın olmaması. Sanırım ben de, diğer Matrix fanları gibi sadece ilk filmi hatırlayıp gülümsemeye devam edeceğim, çünkü bu filmi kesinlikle hatırlamak istemiyorum…
The Matrix Resurrections: Unutulmak İstenen Hayal Kırıklığı