The Humans: İnsanı İnsana İnsanca…
“The Humans“, her Şükran Günü yemeğinin bu filmde anlatıldığı gibi olmadığına şükrettirecek. Kendi Tony Ödülü’nü kazanan 2016 yapımı Broadway oyununu uyarlayan Stephen Karam’ın yazıp yönettiği film, Şükran Günü’nde Brigid Blake (Beanie Feldstein) ve erkek arkadaşı Richard’ın (Steven Yeun) Manhattan’daki zar zor döşenmiş dairesinde geçiyor. Brigid’in babası Erik (Richard Jenkins), annesi Deidre (Jayne Houdyshell), kız kardeşi Aimee (Amy Schumer) ve büyükannesi Momo’yu (June Squibb) tanıtan “The Humans”, “tatil toplantısı ters gider” türünün pek çok kuralına uyuyor. Film, Blake ailesindeki gerilimleri ve bölünmeleri hemen açıklamak yerine ima ediyor ve son perdede katarsise dönüşecek bastırılmış travmaların, kinlerin, sırların ve yalanların tohumlarını ekiyor.
Karam, Blake ailesini tanıtmak için ipuçları bırakır ve açıklama yapmak için Richard’ı bir araç olarak kullanır. Çünkü Richard, muhtemel yeni bir aile üyesidir ve birçok yönden bir yabancıdır (Koreli-Amerikalıdır ve görünüşe göre Brigid hariç tüm Blake’lerden daha entelektüel ve içe dönüktür). Blake ailesi Scranton’dan gelmektedir ve oldukça sağcı görünen bir Katolik kilisesine bağlıdır. Tekerlekli sandalyede olan ve bunamadan muzdarip Büyükanne Momo, dindar ve bir zamanların zorlu cemaat demirbaşlarından biridir. Deidre, aydınlanmış gibi davranma konusunda pek başarılı olamasa da annesinin bazı gerici kültürel tutumlarını içselleştirmiş gibidir.
Brigid, ailesinin yaşadığı yeri terk edip üniversite için New York’a yerleşmiş olmasından dolayı üzüntü duymaktadır. Blake’in anne ve babasının, Brigid’in sorumluluk alması ve ev sahipliği yapması gereken bu özel günde onunla etkileşime girme biçimlerinde reddedilme duygusu sezilmektedir. Her iki ebeveyn de New York’taki bu dairenin büyüleyici olduğunu düşünmek yerine onunla alay edip küçümsemektedir (Sanırım Scranton’dan gelen biri için bu daire kötü görünüyor?). Erik, Brigid’i devlet okulu yerine mali açıdan yıpratıcı özel bir üniversiteyi seçtiği için iğneliyor. Ne kadar kabullenici görünmeye çalışsalar da Richard ile Blake’ler arasındaki bazı etkileşimlerde beyaz, orta sınıf bir rahatsızlık alt metni seziliyor. Scranton’da eski bir okul hademesi olan Erik’in utanç verici bir sır sakladığı, daha en başından bellidir.
İlk birkaç dakikadan sonra izleyicilerin, “Bu film, türünün diğer örneklerine çok benziyor; sadece daha yavaş ve daha gösterişli,” diye düşünmesi anlaşılır bir durumdur. Ancak filme biraz zaman tanıyın ve atmosferine girmeye çalışın. “The Humans”, yazılış biçimiyle (eliptik ve incelikli bir şekilde, bariz olanın etrafında dolaşarak) ve daha da önemlisi yönetmenliğiyle bu türdeki diğer filmlerden çarpıcı bir şekilde farklı hissettiriyor. Filmde canavarlar, hayaletler ya da iblisler yok, ancak Karam; görüntü yönetmeni Lol Crawley ve kurgucu Nick Houy ile birlikte, İkinci Dünya Savaşı öncesinden kalma, neredeyse hiç ışık almayan bir iç avlulu apartman dairesini keşfetme biçimleri sayesinde her kareye tekinsiz bir his katıyor. Aşınmış parke zeminler, lekeli ve çatlak duvarlar, mantıksız bir yerleşim planı gibi unsurlar filmin atmosferini belirliyor.
Film yapımcıları bazen kamerayı dairenin uzak bir köşesine yerleştirerek aksiyonun, 20 metre ötede bir kapı aralığının çerçevesinde gelişmesini izliyor. Karakterlerin görüş alanına girip çıkmasını gözlemlemek, mekânın kasvetini ve yalnızlık hissini güçlendiriyor. Bazı sahnelerde ise yapısal detaylara ve çürüme izlerine odaklanıyorlar; duvardaki, muhtemelen birden fazla boya katmanı, nem, buhar borusu hasarı ve benzeri etkenlerden oluşmuş ama sanki patlamak üzere olan uzaylı yumurta keselerini andıran, H.R. Giger tarzı bir vücut-korku estetiği taşıyan çıkıntıları betimliyorlar.
Filmin en çarpıcı unsurlarından biri de diyalogsuz, güçlü sahneleridir. Örneğin, Brigid’in kız kardeşi Aimee, mesajlarını endişeyle gözden geçirmek için banyoya gidip sık sık yaptığı gibi musluğu açar. Bu sırada, kamera aşağıya doğru kayarak lavabonun porselen yüzeyini takip eder, tabanın kirli fayansla buluştuğu noktadan geçerek ailenin geri kalanının toplandığı kata ulaşır. İzleyici, bu esnada Aimee’nin farkında olmadan açık bıraktığı musluktan sızan suyun, duvarlardan mukus benzeri bir tabaka halinde damladığını görürken karakterlerin seslerini dışarıdan duymaya devam eder.
Film, sık sık bu tür sahneler sunarak, karakterlerin mekândaki değişiklikleri tetiklediğini veya burada uzun zaman önce yaşamış olanların psişik enerjilerini harekete geçirdiğini hissettiriyor.
Sonuç olarak, garip bir apartmanda, sıradan olmayan bir ailenin hikâyesine konuk olup kendi hayatınıza şükretmek isterseniz, bu filmi mutlaka izlemelisiniz.
The Humans: İnsanı İnsana İnsanca…