Maria: Hayatım, Aşkım ve Operam
2024 yılının, benim de dahil olduğum herkesin gıptayla beklediği bu biyografi filmi sonunda görücüye çıktı. Opera tarihinin en önemli sopranolarından biri olan Maria Callas’ın hayatını anlatan Maria, sanatçının çalkantılı, inişler ve çıkışlarla dolu son dönemini konu alıyor. Geçtiğimiz yıl El Conde (2023) filmiyle vampir filmlerine ve diktatörlük meselesine yeni bir bakış açısı getiren Pablo Larraín’in, usta senarist Steven Knight ile üç yıl sonraki yeni buluşması olan Maria, başrollerinde Angelina Jolie, Pierfrancesco Favino, Alba Rohrwacher ve Haluk Bilginer’i barındırıyor. Geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan bu film, Türkiye haklarına sahip olan Bir Film’in düzenlediği ilk film festivali olan 11! kapsamında Türkiye prömiyerini yapıyor. Bu festivalden hemen sonra ise 21 Şubat’ta vizyona giriyor.
Şimdi bu kadar bilgiyi paylaştık, peki bu filmin hikâyesi nedir, neyi anlatıyor? Gerçekten de gerçeğe yakın bir biyografi filmi çıktı mı? Gelin, hikâyesine birlikte bir göz atalım. 20. yüzyılın en önemli opera sanatçılarından Maria Callas (Angelina Jolie), 1970’li yıllarda Paris’teki evinde her şeyden izole olmuş, sesini kaybetmiş bir şekilde son günlerini yaşıyor. Maria Callas, bu son günlerinde, geçmişte Aristotle Onassis (Haluk Bilginer) ile mutsuz biten aşkını ve 1940’lardan itibaren çeşitli operalarda sahne aldığı zamanlarını hatırlıyor. Bu hatıralar arasında kendi iç çelişkileriyle, halüsinasyonlarıyla ve hayalleriyle de çatışmaya başlıyor. Hikâye, bizi hem Maria Callas’ın çalkantılı geçmişine hem de baş etmeye çalıştığı psikolojik çelişkilerine ve “Aşk mı Opera mı?” ikilemine davet ediyor. Pablo Larraín, (tıpkı Callas’ın kendisi gibi) kırılgan bir sinema diliyle Maria Callas’ın hem boşluklarla dolu hem de eski eşyalarla bezeli dünyasını keşfetmemizi sağlıyor.
Ancak, filmin hikâyesi konusunda bazı kusurlar ve eksikler olduğunu düşündüğümü itiraf etmeliyim. Nasıl mı? Bir kere, internette yaptığım araştırmalara göre filmdeki hizmetçi, uşak ve gazetecinin varlığı tamamen kurgusal. Bunun dışında, filmin bel kemiği olabilecek bazı bölümleri yeterince derinleştirilmemiş. Filmde Maria Callas’ın yer aldığı operalardan sadece birkaçını (ve bir de tek başına sahnede olduğu bir performansı) görüyoruz. Ayrıca, Onassis ile olan ilişkisinin de çok derinlikli işlendiğini söyleyemem. Bu nedenle, Steven Knight’ın yazdığı senaryolar arasında en zayıf olanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Görsellik konusunda bizi ne gibi sürprizler bekliyor? Görsellik, zaman zaman yanıltıcı bir şekilde, Paris’in güzelliğinden olsa gerek, fazlasıyla pastel renklerle bezenmiş. Maria’nın operatik hayatını bu renklerle tasvir etmeye çalışsa da, açıkçası biraz daha solgun tonlar görmek isterdim. Bu solgun renkleri yalnızca tek bir sahnede görüyoruz; fakat bu da pek bir anlam ifade etmiyor. Bunun dışında, geçmişi yansıtan siyah-beyaz ve 16 mm’lik pelikül sahneler, filmin amacı açısından anlamlı değil. Görsel açıdan tek güzel özellik, bazı karakterlerin ve mekânların çekimleri. Bu çekimler, filmin estetiği adına gayet başarılı bir şekilde kotarılmış. Örneğin, filmdeki opera sahnelerinin çoğu, İtalya’nın en eski opera salonlarından biri olan ve Maria Callas’ın da sık sık sahne aldığı Teatro alla Scala’da çekilmiş. Bunun dışında, filmin Paris’te geçen sahneleri ise tam anlamıyla hem bir kâbus hem de bir hayal dünyası havasında oluşturulmuş. Pablo Larraín, mekânların dokusunu hiç bozmamış ve bu anlamda doğru bir tercih yapmış.
Hikâye ve görselliği tamamladık, şimdi yavaşça asıl meseleye, yani Maria’yı Maria yapan müziklere geçelim. Angelina Jolie bazı sahnelerde şarkı söylemeye çalışsa da, filmin %70’inde Maria Callas’ın kendi sesini duyuyoruz. Belki de filmin en güçlü yönü budur. Çünkü operayı ve Maria Callas’ı dinleyenler bilir ki, Callas’ı dinlerken sadece şarkıyı değil, aynı zamanda o şarkının içinde yaşadığını da hissederiz. Bu filmde de Angelina Jolie, Maria Callas’ın söylediği parçalara uyum sağlamaya, aynı zamanda Callas’ı anlamaya çalışmış ve mümkün olduğunca şarkılarıyla Maria Callas’ı yaşamaya çalışmış.
Şimdi, oyunculuklara gelecek olursak… Angelina Jolie, her ne kadar Maria Callas’ı anlamaya çalışsa da, Maria Callas için iyi bir oyuncu seçimi mi, şüpheli. Yani, Angelina Jolie’yi Maria Callas olarak görmek benim için zordu. Dürüst olmam gerekirse, bu film 80’lerde çekilseydi, başrolde Audrey Hepburn’ü görmek isterdim. Diğer taraftan, Aristotle Onassis’i canlandıran Haluk Bilginer, gücü, karizması ve hırsıyla oldukça sağlam bir portre çizmiş. Ancak, Haluk Bilginer’in filmde pek az sahnede yer aldığını belirtmeliyim; onu daha fazla sahnede görmeyi isterdim. Diğer oyuncular arasında özellikle uşak rolünde Pierfrancesco Favino, hizmetçi rolünde etkileyici bir performans sergileyen Alba Rohrwacher ve muhabir Mandrax rolünde Kodi Smit-McPhee dikkat çekiyor. Özellikle Kodi Smit-McPhee’nin performansı, bence filmin en iyilerinden biri. Hem hayali hem sempatik hem de dürüst bir kişiliği başarıyla canlandırmış.
Yavaşça toparlayacak olursam, Maria, en çok beklediğim filmler arasında yer almasına rağmen, ne yazık ki bende hayal kırıklığı yarattı. Bunun sebebi, yüzeysel kalan senaryo, bölük pörçük anlatılan geçmiş ve yanıltıcı sıcak pastel renk tonları. Ancak diğer taraftan, halüsinasyonlar, hayali karakterler ve operanın büyüsünü hissettiren güzel detaylar, bu filmi güzelleştiren unsurlar arasında. Bir başyapıt olmasa da bazı yönleriyle izlenmeye değer bir film. Bu festivalde kaçırırsanız, üzülmeyin; 21 Şubat’ta vizyona giriyor. Kendinize çok iyi bakın.
Maria: Hayatım, Aşkım ve Operam