Aliens: Bir James Cameron Filmi
Nostromo isimli gemiye yapılan yaratık işgalinin üzerinden 57 yıl geçmiştir. Ripley, uzay boşluğunda süzülen kurtarma podundaki ölüm uykusundan uyandırılmıştır. Yaşadıklarını şirkete açıklasa da gerçekleri kabul ettiremez. Yaratığın yok edilmesi konusunda şirkete olan güvensizliği ve yaratığın dünyaya gelme ihtimali, huzursuzluğunu artırmaktadır. Yaratığı yok etmek üzere, peşine düşecek askeri ekibe danışmanlık yapmak için ilk filmde gittikleri gezegene geri döner.
Aliens, James Cameron yazarlığı ve yönetmenliğinde Alien filminin devamı olarak karşımıza çıkıyor. Sigourney Weaver’ın tekrar Ellen Ripley rolüyle geri döndüğü filmde bu sefer bizlere Carrie Henn, Bill Paxton, Lance Henriksen, Michael Biehn ve Jenette Goldstein eşlik ediyor.

Ridley Scott’un yönettiği Alien filminin ardından gişede büyük başarı yakalanmış, ellerini ovuşturan yapımcılar ikinci bir film için kolları sıvamıştır. Ridley Scott devam filmine sıcak bakmaz. Bu sıralarda The Terminator filmiyle dikkatleri üzerine toplamış olan eski bir tır şoförü, Terminatör’ün ikinci filmini çekmek için senaryosu elinde, bütçe arıyordur.
İkinci filmler özellikle işe vizyonunu katan insanlar projeden çekilince genellikle başarısız performans gösterirler. Nihayetinde Terminator 2 için verilecek yüksek bütçeye karşılık bu riskli ikinci filmi çekmeyi kabul eder. Filmi kendi tarzıyla sıfırdan yazarak yapımcılara götürür. Korku-gerilim unsurlarının ön planda olduğu ilk filmin üstüne, hikâyedeki arka planı derinleştirecek macera ve aksiyon dozajı yüksek bir yapım ortaya çıkarır.
Aliens, adından da anlaşılacağı üzere bu kez onlarca yaratıkla mücadele ettiğimiz bir film. İlk filmde tek bir yaratığın küçük bir gemide sinsice, gölgelerin arasında gizlenerek mürettebatı tek tek avladığı terör atmosferine karşılık, bu filmde gezegene yerleşen bir koloniyi yok eden devasa bir yaratık ordusuyla karşı karşıyayız. Bu fark, filmin dokusunu da kökten değiştiriyor.

Bunun iyi ve kötü yanları olmakla beraber, bana göre bu doku değişimi serinin tekrara düşmesini engelliyor. Cameron’ın kendi mizacıyla yoğurduğu senaryoda bu kez şirketin işgalci yapısını, yaratık hakkındaki düşüncelerini, askeri sistemi, kolonizasyon yöntemlerini, yapay zekâya bakış açılarını ve en önemlisi yaratığın doğumu, hiyerarşisi ve baskın tür olma arzusu gibi ayrıntıları öğreniyoruz.
İlk filmde birbirini tanıyan ve samimiyeti kuvvetli bir grup mavi yakalının sakin başlayan hikâyesi varken; Aliens filminde Amerikanvari bir askerlik gazıyla, hiyerarşiye dayalı ve güç çatışmalarıyla dolu bir yapı karşımıza çıkıyor. Bu temel farka ek olarak, ilk filmde bariz kötünün şirket olduğu bir yapı varken; bu filmde şirket çalışanlarını düşünse de içlerinden birinin kötü niyetli olması, metne farklı bir ton katıyor.
Bu durum hikâye bazında şirkete bir aklama getirmiyor bence. Yaratığın, insan vücudunu bir kuluçka makinesi gibi kullanması ve vücut bütünlüğüne zarar vermesi; şirketin ise gittiği gezegeni işgal eden, sömüren ve yaratığı biyolojik silah olarak kullanmak isteyen bir yapı olması, filmi iki baskın türün savaşına çeviriyor. İnsanın da canavarca tutumlarını da incelememizin yanı sıra filmdeki bu yaklaşımın, Vietnam sonrası Amerika’da hâkim olan suçluluk psikolojisine bolca atıf içerdiğini düşünüyorum.

Filmde özellikle başlarında bir brotherhood, askerlik ve erkeklik fırtınası hâkim. Askerliğin insanı tek bir formda, harcanabilir bir meta olarak görmesinin yanı sıra eril bir tahakküm altında tüm zayıflıklarını gizlemeye çalışan vahşi birer makineye dönüştürmesi de filmin anlatıları arasında yer buluyor. İlk filmde Ripley üzerinden verilen maskülen kadın imajı ne kadar beğenildiyse, bu filmde daha da maskülen iki kadın karakter daha hikâyeye ekleniyor. Film boyunca savaşçılıklarıyla övünen bu mürettebatın, yanlış kararlar, ucuz kahramanlıklar ya da korkularla tek tek yok olması ise bir nevi Vietnam’da yaşanan hezimetin günah çıkarımı olarak yorumlanabilir. Bu erkeklik anlatısının tam karşısına konumlanan kadınlık imgesiyle birlikte.
Alien filminde büyük yer tutan güçlü kadın anlatısı, Aliens’da da odağını büyütüyor. Koloni içerisinde keşif yaparlarken, bütün ailesini kaybetmiş Newt adında bir kız çocuğu bulmalarıyla Ripley’e bir de annelik misyonu yükleniyor. Bu, filmin ilerleyen kısımlarında güçlü taraflarından birine dönüşüyor.
İlk filmde gördüğümüz yumurtalardan doğan onlarca yaratık kahramanlarımızı avlamaya çalışırken, birçok kayıp veriliyor. Gezegenden kurtulduk derlerken helikopterleri parçalanıyor. Dar koridorlardan, havalandırma boşluklarından kaçarak güvende olmaya çalışıyorlar; aralarında çatışmalar yaşanıyor. Son kaçış şanslarında Newt, yaratıklardan biri tarafından yakalanıyor. Ripley ise onu kurtarmak için tüm bu tehlikelerin arasına tek başına dalıyor.

Burada Director’s Cut’a bir parantez açmak gerek: Bu versiyonda, ilk film sırasında 11 yaşında bir kızı olduğu bilgisini alıyoruz Ripley’nin. Uykuda olduğu 57 yıllık süre boyunca kızının yaşlanıp öldüğünü öğreniyor. Bu kırılma üzerinden de Newt’e travmatik bir bağ kurması gibi farklı bir hikâye kurgulanıyor. Bana kalırsa bu düşünceden dönülmesi, Ripley’nin ilk filmde kediyi kurtarırken gördüğümüz o vicdanlı tarafını koruyan doğru bir seçim olmuş. İyi ki bu versiyon asıl versiyon olarak kullanılmamış.
Dönelim hikâyemize: Newt’i bulmak için geri dönen Ripley, onu kurtarıyor. Ancak yaratıklara yakalanmadan kaçmaya çalışırken yuvanın derinliklerine iniyor. Böylece serinin belki de en ikonik anlarından biriyle karşılaşıyoruz: İlk filmden bu yana gördüğümüz yüzlerce yumurtayı üreten dev bir Alien Queen…

Bu sahnede yaratıkla aralarında geçen sözsüz güç mücadelesi, iki annenin yavrularını korumak için neler yapabileceğini gösteriyor. Kraliçenin tasarımı ise kesinlikle muhteşem. Devasa ve heybetli görünümü, korkutucu olmanın yanı sıra hayranlık uyandırıcı bir karizmaya da sahip. Ripley’nin yumurtaları yok etme tehdidine karşılık, etraftaki yaratıklara “çekilin” emri vermesi, yaratıkları beyinsiz birer canavardan zeki yaşam formlarına dönüştürüyor. Onlar da hayatta kalmaya çalışıyorlar ve bulundukları yerde hakim tür olmaya çalışıyorlar.
Bir bakıma insanlığın dünyada gerçekleştirdiği baskın tür işgalinin başka bir perspektifi. Bizler de doğayı istediğimiz gibi eğip büküyor, diğer canlıları domine ediyor, yaşam alanlarını işgal ediyor, meta olarak görüyor, öldürüyor ve hatta tüketiyoruz. Hem de bunu en acımasız şekillerde yapıp bir de yaptıklarımıza kılıflar üretiyoruz ki yaratığın bu noktada daha dürüst davrandığı bile söylenebilir. Sonuçta o da diğer türlere saldırıyor ancak bunu üzerinde mutlu insan suratları olan paketler içerisindeki jelibonlara dönüştürerek yapmıyor.
Nihayetinde Ripley sözünü tutmuyor ve hınçla yumurtaları yok ediyor. Bu da Alien Queen’in intikam için kahramanlarımızın peşine düşmesine yol açıyor. Film bu noktada yaratığa farklı bir motivasyon ve hatta duygu ekleyerek bir seviye daha atlıyor. Finalde ise Cameron’ın sevdiği “mekanik zırh vs yaratık” tarzı bir savaş sahnesi var ki, bu yönüyle film endüstrisi açısından da yeni denemelere öncülük ediyor.

Gelelim Android mevzusuna: İlk filmde sürpriz bir unsur olarak kullanılan “içlerinden birinin android çıkması” meselesinin aksine, bu filmde Bishop karakterinin android olduğu en baştan biliniyor. Ripley’nin önyargısının aksine, mürettebat için bu durum normal olan bu durum aradan geçen zamanın gerçeklik algımızda ki değişimlerini gösteriyor. Bugün insanlarca düşman görülen yapay zeka korkusunun gelecekte nelere dönüşeceği muamması gibi. Filmin sonunda Bishop’un Ripley’nin bile güvenini kazanması, Terminator filmlerinin geleceği açısından da önemli bir temel niteliği taşıyor.
Son olarak teknik meselelerden bahsedelim. Film, kesinlikle ilk filmden daha aydınlık bir tona sahip. Geniş planların cesurca kullanıldığı, derinlikli sekanslar izliyoruz. Ayrıca yaratıklarda daha gerçekçi bir tasarım mevcut. Parçalanan uzuvlar, eriyen dokular, özel ve görsel efektler açısından daha yüksek bir bütçeyle çekildiği açık. Ses tercihleri de ilk fillmin aksine izleyiciyi harekete geçirmeye yönelik.
Ayrıca James Cameron’ın çağının ötesinde bir yönetmen olduğunu, vizyonuyla sinema endüstrisine teknolojik yenilikler getirdiğini; bu filmin ardından gelen Alien ve alienvari işlere ve Cameron yönetimindeki Terminator serisinin diğer filmleri, Titanic, Avatar gibi projelere nasıl ilham verdiğini net şekilde görebiliyoruz.

Toparlayalım: Yönetmen değişimiyle yeni bir soluk kazanan Alien serisinin bu ikinci filmi, kimi izleyiciler tarafından göklere çıkarılırken, kimileri tarafından fazla sevilmiyor. Ancak her iki tarafın da buluştuğu ortak bir nokta var: İki film kesinlikle birbirini tamamlıyor. Aliens, yüksek temposu ve katmanlı hikâyesiyle bana göre serinin en keyifli filmi.
Peki sizin düşünceleriniz nedir? Yorumlarda buluşalım.
Bir sonraki Xenomorph karşılaşmamız David Fincher’ın Alien³ filminde olacak fakat ondan önce bir başka yaratıkla daha doğrusu bir avcıyla tanışmamız gerekiyor. Predator incelemesinde görüşmek üzere, hoşça kalın.