Aileen: Queen of the Serial Killers: Kurban ve Canavar
Merhabalar!
Bu yazıda, birlikte uzun zamandır izlediğim en gerçek hissettiren seri katil belgeselini deşiyoruz: Aileen: Queen of the Serial Killers.
Aileen’i ilk kez Charlize Theron’un Monster (2003) filminde tanımıştım. Theron’un o filmdeki performansı aklımda kalıcı bir yer etti. Hayatta kalma mücadelesi, öfkesi ve çaresizliği… O filmde Aileen bir canavardan çok, erkek şiddetinin, yoksulluğun ve toplum dışına itilmişliğin ürünü olarak karşımızdaydı. Zaten Theron, o performansıyla “En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü”nü kazanmıştı. Şimdi de yıllar sonra Netflix’te yayınlanan Aileen: Queen of the Serial Killers belgeseli ile Aileen yeniden gündemimizde.
Aileen hakkında yapılan tek yapım elbette Monster değil. Onun hikâyesi sinemada ve televizyonda defalarca anlatıldı. Her anlatı, Aileen’i farklı bir gözle yorumladı.
İlk olarak 1992 yapımı televizyon filmi Overkill: The Aileen Wuornos Story ile tanındı. Bu filmde Jean Smart, Aileen’i canlandırıyor ve yapımcılar davayla ilgili bilgileri, Aileen henüz savunmasını bile yapmadan Florida polisinden alıyordu. O dönem hikâye daha çok “ahlaki çöküşün sembolü” olarak görülüyordu.
Ardından 1994’te Nick Broomfield’ın Aileen Wuornos: The Selling of a Serial Killer belgeseli geldi; bu yapım, medyanın ve adalet sisteminin Aileen’in hikâyesini nasıl sömürdüğünü gözler önüne seriyordu.
Broomfield, 2003’te Aileen: Life and Death of a Serial Killer adlı ikinci belgeselinde idam sürecine ve Aileen’in psikolojik çöküşüne odaklandı. Aynı yıl Patty Jenkins’in yönettiği Monster, Aileen’i sinema tarihinde ölümsüzleştirdi.
2020’de Aileen Wuornos: Mind of a Monster dizisi onun mektuplarını ve ses kayıtlarını gün yüzüne çıkarırken, 2021’de Aileen Wuornos: American Boogeywoman gençliğine daha magazinel bir pencereden yaklaştı.
Ve şimdi Netflix’in Aileen: Queen of the Serial Killers belgeseli, bu zincirin en sade ama en sarsıcı halkası olarak karşımıza çıkıyor.

Aileen: Queen of the Serial Killers: Kurban ve Canavar
Aileen Wuornos’un hikâyesi, 1989–1990 yılları arasında Florida otoyollarında işlenen yedi cinayetle başlıyor. Seks işçiliği yaparak geçimini sağlamaya çalıştığı dönemde müşterilerini öldürdüğünü itiraf ediyor ve 1992’de, 35 yaşındayken cinayetten hüküm giyiyor. 2002’de de idam ediliyor.
Onun hikâyesi, Amerika’da sadece bir suç vakası değil, aynı zamanda “kadın” ve “seri katil” kavramlarını ilk kez yan yana getiren olaylardan biri. O sebeple de zaten “seri katillerin kraliçesi” olarak anılıyor.
Bu belgeselin yönetmeni Emily Turner, anlatıyı 1997 yılında sanatçı Jasmine Hirst tarafından cezaevinde yapılan nadir bir röportaj üzerine kurmuş. Hirst, hapisteki Aileen’le uzun süre mektuplaştıktan sonra onunla yüz yüze görüşme şansı elde etmiş. Bu röportajda Aileen’in ruh hâli, öfkesi, paranoyası ve kendini savunma biçimleri tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor. “Ben sert bir kadınım,” diyor Aileen. Dindar ama şiddet dolu büyükbabası tarafından büyütülürken 15 yaşında evden kaçmış; köprü altlarında ve otoban kenarlarında yaşamak zorunda kalmış.
Turner’ın belgeselini diğerlerinden ayıran en önemli şey, Aileen’i hem kurban hem de fail olarak hissettirmesi. Yani Aileen, bir yandan tecavüze ve tacize uğradığı anları anlatırken, diğer yandan da mahkemede söylediği yalanları dürüstçe kabul ediyor. Bu çelişki, onu sadece bir suçlu değil, insanın karanlıkla mücadelesinin sembolü hâline getirmiş.

Aileen: Queen of the Serial Killers: Kurban ve Canavar
Belgesel, yalnızca Aileen’in sesiyle ve Hirst’in röportajıyla değil, aynı zamanda onu çevreleyen diğer insanların sesleriyle de derinleşiyor. Onlardan biri, Aileen’le güçlü bir bağ kurup onu resmen “evlat edinen” Arlene Pralle. Aileen’le hapisteyken tanışan Pralle, onu “Tanrı’nın yanlış anlaşılmış bir kızı” olarak görüyormuş. Aralarında hem dinî hem de duygusal bir bağ oluşmuş; Aileen için bir tür “anne” figürü hâline gelmiş.
Aileen’in yanında duran, onun sesini duyurmaya çalışan kadınlar, suçlarını tamamen affetmeseler de acısını derinden hissettiler; çünkü çoğu, benzer yaraları kendinde ya da yakınındaki kadınlarda görmüştü. Onların hikâyeleri, belgeselde güçlü bir ortak noktayı gözler önüne seriyor: kadın istismarı. Bu kadınların birçoğu, hayatlarının bir döneminde kendi eşlerinden, babalarından, sevgililerinden ya da tanımadıkları erkeklerden fiziksel veya cinsel şiddet görmüş. Kimileri çocukken susturulmuş, kimileri yetişkinliğinde “abartıyor” denilerek yalnız bırakılmış. Aileen’in erkeklere yönelttiği şiddet, bu kadınların bilinçdışı bir noktasına dokunuyor; sanki o, onlar adına da haykırıyormuş gibi. Bu yüzden belgeselde Aileen’le bağ kuran her kadın, bir şekilde kendi bastırılmış öfkesini, kendi yarasını da onunla birlikte konuşuyormuş hissi veriyor.
Bu noktada belgesel, yalnızca bir suç hikâyesi olmaktan çıkıp kadınların sessizliğine dair bir anlatıya dönüşüyor. Çünkü kadınlara yönelik istismar, sadece uzak haberlerde duyduğumuz bir trajedi değil; kimi zaman kendi evimizin içinde, en yakınlarımızdan, en güvendiğimiz insanlardan geliyor. Ve bu hikâyeler, tıpkı Aileen’inki gibi, konuşulmadıkça büyüyor. Aileen’in öfkesinde, milyonlarca kadının yıllardır susturulan sesi var.
Emily Turner’ın kamerası bunu açıkça göstermese de hissediyorsunuz: Bu kadınlar, Aileen’in adamları öldürmesinde bir tür “adalet duygusu” buluyorlar. O kadınların gözünde Aileen, yalnızca bir katil değil; hayatta kalmanın vahşi bir biçimi. Onu anlamaya çalışırken, kendi bastırılmış seslerini de geri çağırıyorlar.
Aileen: Queen of the Serial Killers, yalnızca sistemin acımasızlığını değil, Aileen’in kendini nasıl bir medya figürüne dönüştürdüğünü de gösteriyor. Röportajın başında Hirst’e dönüp “Bu işten milyonlar kazanacaksınız,” diyor; kamera karşısındaki hazırlığı, mimikleri, tavırları… hepsi adeta bir performans gibi. Belki de kendini kurtaramayan bu kadın, yaşadıklarını paylaşarak başkalarının aynı yollardan geçmemesini istiyordu. Kendi hatalarından bir uyarı, sessiz bir yardım çağrısı yaratmak ister gibiydi.

Aileen: Queen of the Serial Killers: Kurban ve Canavar
Bugün baktığımızda, Aileen Wuornos hem bir “canavar” hem de bir “ayna” gibi duruyor. Onun hikâyesini izlerken, sadece bir kadının deliliğe sürüklenişini değil, toplumun o kadını oraya nasıl ittiğini de görüyorsunuz. Belki de bu yüzden Aileen: Queen of the Serial Killers, şimdiye kadar yapılmış en insani seri katil belgesellerinden biri. Çünkü sonunda kamera yalnızca bir katili değil, “duyulmak isteyen” bir kadını dinliyor.
Canavarlaşmak bazen başka çare olmadığını düşünmektir. Yalnız kalmak, sahipsiz hissetmek, defalarca istismara uğramak, her seferinde hayatta kalmaya çalışmak… Aileen, onun hikâyesini ilk araştırmaya başladığımdan beri kalbimde bir yer etti. Evet, yaptıkları vahşice; ama onu o hâle getiren koşullar belki de çok daha vahşiydi. Hiçbir zaman her şeyi tam olarak bilemeyeceğiz. Ve belki de o bunca şeyi yaşamak zorunda kalmasaydı, bugün kırmızı halılarda, o kendine özgü gülümsemesiyle ışığını yansıtıyor olacaktı. 🙂
Mısırlar patladıysa, yazıyı burada sonlandırıyorum.
İyi seyirler!