Adile: Bir Hatıranın Çizgileri Arasında Kalan Hikaye
Çağan Irmak’ın imzasını taşıyan Adile filmi, Türk sinemasının en müstesna yüzlerinden biri olan Adile Naşit’e duyulan vefayı perdeye taşıma niyetiyle yola çıkmış özel bir çalışma. Fakat seyirci koltuğuna oturduğumuz anda karşılaştığımız şey, ne tam anlamıyla bir biyografi ne de Adile’nin iç dünyasına cesurca temas eden bir dram. Filmin daha ilk sahnelerinde fark edilen bir acele, bir sızma, bir “yetişme telaşı” tüm anlatıyı sarıp sarmalıyor.
Adile’nin çocukluğundan başlayan hikâye, henüz karakterlerin kim olduğunu kavrayamadan gençlik yıllarına atlıyor. Abisiyle tiyatroya olan ilgilerinin zarifçe sunulduğu o birkaç tatlı sahnenin ardından zaman okları öylesine hızlı fırlıyor ki, seyirci olarak “kim kimdir”, “hangi yıldayız”, “hangi döneme geçtik” sorularını sormaktan kendimizi alamıyoruz. Adile bir sahnede çocuk, sonraki sahnede sahneye çıkmaya hazır genç bir kadın; ardından bir bakıyoruz evlenmiş, bir çocuğu olmuş, sonra yıllar daha ileriye atlamışız… Sanki bir hayatı değil, hayatın silik konturlarını izliyoruz.
Adile: Bir Hatıranın Çizgileri Arasında Kalan Hikaye
Bu hızlı ritmin belki de en ince sızı bırakan yanı şu: Adile Naşit gibi büyük bir ismin kader kavşaklarına uğrayamadan, sadece yolun üzerinden geçiyor olmak. Filmin temposu duyguları işlemeye fırsat tanımayınca Adile’nin iç dünyası da seyircinin kalbine tam olarak değemiyor. Oysa ki Adile, sahnenin dışındaki kırılganlığıyla da hatırlanan biriydi; neşesiyle, hüzünleriyle, oğlunun hastalığıyla yaşadığı o ağır iç sarsıntısıyla… Buna rağmen filmde özellikle oğlunun hastalığına ilişkin sahneler ne yazık ki hafif bir dokunuş olarak kalmış; acının ağırlığı gözün gördüğüyle kalbin hissettiği arasında boşluk yaratıyor.
Oyuncu Kadrosu: Benzetme Arayışı ve Gerçeğe Dair Hasret
Filmin en çok tartışılan yanlarından biri oyuncu seçimleri. Müjde Ar’dan Tarık Akan’a, Ayşen Gruda’dan Gazanfer Özcan’a uzanan Yeşilçam ikonlarının gençliklerini temsil eden oyuncular ne yazık ki beklenen benzerliği veremiyor. Kimi karakterlerin kim olduğunu film sonunda fark ediyoruz; makyaj ve saç tasarımının sağladığı yüzeysel yakınlıklar, oyuncunun enerjisiyle bütünleşmeyince ortaya “var ama yok gibi” bir tablo çıkıyor.
Buna rağmen filmin içinde parlayan bazı anlar yok değildi. Meltem Kaptan’ın bazı sahnelerde yakaladığı mimik benzerliği, özellikle kahkaha anlarında seyircinin zihninde bir anlığına “İşte bu, Adile burada” dedirten bir ışık yakıyor. Fakat bu ışık film boyunca sürekli yanmıyor; dalgalanmalar anlatımın bütününü de etkiliyor.
Adile: Bir Hatıranın Çizgileri Arasında Kalan Hikaye
Yine de tüm bu tartışmaların ortasında film, beklenmedik bir yerde büyük bir incelik gösteriyor: Şevkiye May’in hikâyesi.
Bir dönemin gözdesiyken yıllar geçtikçe kenara çekilen, sessizce yok olan kadın oyuncuların çarpıcı kaderini temsil eden bu küçük yan hikâye, perdeden süzülen bir iç acısı gibi. Belgin Doruk’un da benzer bir kaderle yüzleştiğini bildiğimden, yaşadığı yalnızlık ve kırgınlık hissini hatırlatan bu bölüm filmin en dokunaklı yerlerinden biri hâline geldi benim için.
Bir Repliğin Bütün Filme Sızan Hikmeti
Filmde Adile’nin dudaklarından dökülen bir cümle, anlatının bana dokunan en şiirsel anıydı kuşkusuz: “İnsan bir şeye son kez baktığını bilse ne uzun bakar kim bilir… Neyse ki bilmiyoruz.”
Bu replik, hem Adile’nin dünyayı algılayışındaki bilgece naifliği hem de insan ömrünün geçiciliği üzerine ince bir sızı bırakıyor. Filmin dramatik eksikliği aslında tam da burada ortaya çıkıyor: Bu kadar güçlü bir cümle, film boyunca açılabilecek derin bir duygusal kapıyı işaret ediyor fakat hikâye bu kapıdan yeterince içeri girmiyor.
Adile: Bir Hatıranın Çizgileri Arasında Kalan Hikaye
Duyguyu Film Değil, Adile’nin Kendisi Veriyor
Filmin sonunda gerçek Adile Naşit’in görüntüleri beliriyor. Bir ömrün bütün ağırlığı, bütün sıcaklığı, bütün hakikati o birkaç saniyeye sığıveriyor. İşte o noktada gözlerimiz dolar, boğazımız düğümlenir; çünkü seyirciyi ağlatan film değil, bizzat Adile’nin gerçekliği olur.
Sanki koskoca hikâyeyi film değil de sadece o fotoğraf albümü anlatıyormuş hissine kapılırız. Çünkü Adile Naşit’in gülüşü zaten kendi başına bir sinema sahnesi kadar güçlüdür.
Adile, derin bir sevginin eseri. Belli ki ekip, ustaya zarar vermek istememiş; fakat bu ihtimam zaman zaman filmin cesaretini törpülemiş. Bir biyografi filminde beklenen dramatik ağırlık yerine güzel ama yüzeysel bir kolajla karşılaşıyoruz. Yine de irfan kokan bir replik, Şevkiye May’in gölgede kalan hikâyesi ve finalde beliren gerçek Adile’nin tebessümü filmi değerli kılan unsurlar.
Adile: Bir Hatıranın Çizgileri Arasında Kalan Hikaye
Adile Naşit’i bir kez daha hatırlamak, onun ışığını anmak isteyen herkes için film hâlâ izlemeye değer. Fakat sinemasal anlamda daha “içine işleyen”, daha derinlikli, daha cesur bir anlatı arayanlar için Adile bir dokunuşta kalıyor; iz bırakıyor ama izi tamamına erdiremiyor.
Yine de Adile’nin dediği gibi: “İnsan bir şeye son kez baktığını bilse…” Belki biz de bu filmi, onun hatırasına saygıyla bir kez daha bakmak için izleriz.