Denis Villeneuve yahut “Döni Vilnöv” Sinemasına Bir Kapı Aralama
Bugün sinema dünyasında hem düşündüren hem de hissettiren çok az yönetmen var. Denis Villeneuve bence o nadir yönetmenlerden biridir. Adeta bir başarı öyküsü gibidir: Kanada’nın Fransızca konuşulan Quebec bölgesinden çıkıp Hollywood’un en saygı duyulan isimlerinden biri hâline geldi. Onun filmlerinde çoğu yönetmende görmediğimiz hem akıl hem de kalp bir aradadır. Felsefi bir derinlik, ahlaki bir karanlık ve göz kamaştırıcı bir görsellik… Villeneuve’ün sinemasında hepsi kusursuz bir dengeyle birleşir.
1967 doğumlu Villeneuve, Fransız-Kanadalı köklerinden gelen sakin, içe dönük ama cesur anlatımını hiç kaybetmedi. İlk kısa filmi REW FFWD (1994) aslında tüm kariyerinin önsözü gibiydi: hafıza, algı, gerçeklik… Hepsi oradaydı. İlk uzun metrajlı filmleri Ağustos’ta 32 Gün Dünya Üzerinde ve Maelström, suçluluk ve kader üzerine garip ama büyüleyici hikâyelerdi. O dönemde ödüller aldı; ama kendisi bu filmleri çok da beğenmezdi. “Henüz kim olduğumu bilmiyordum,” demişti. Bir süre sinemadan uzaklaşıp ailesine döndü; bir tür sessizlik dönemi başladı.
Sonra o sessizlik yerini Polytechnique (2009) ile buldu. Film, 1989’da Montreal’de yaşanan bir okul katliamını siyah-beyaz, belgesel tadında anlattı. Ne süs, ne gösteriş… Sadece çıplak gerçek. Bu filmle birlikte Denis Villeneuve kendi sinemasını buldu: düzenin içinde büyüyen kaos, güzelliğin içinde gizlenen şiddet. Bir yıl sonra gelen Incendies (2010) ise bu anlayışı dünya çapına taşıdı. İkiz kardeşlerin annelerinin geçmişini araştırdığı bu hikâye, savaş, kimlik ve aile temalarını mitolojik bir derinlikle işliyordu. Villeneuve bize şunu söyler gibiydi: “Gerçeğe ulaşmak istiyorsan, önce acıyla yüzleşeceksin.” Ve evet, bu film ona Oscar adaylığı kazandırdı.
Villeneuve’ün sinemasını “psikodrama” olarak da tanımlayabiliriz; yani dış dünyayı karakterlerin iç dünyası gibi gösterir. Prisoners (2013), mesela, bir çocuk kaçırma hikâyesi gibi görünür ama aslında vicdan, adalet ve inanç üzerine bir sorgulamadır. Roger Deakins’in kasvetli görüntüleri filmi neredeyse bir kabusa dönüştürmüştü. Aynı yıl çektiği Enemy ise Villeneuve’ün bilinçaltına yaptığı en tuhaf ve cesur yolculuktu: iki benliğiyle yüzleşen bir adam sarı sisin içinde kayboluyordu. O dev örümcek sahnesi, insanın kendine kurduğu diktatörlüğü anlatma biçimiydi.
Sicario (2015) Villeneuve’ün en politik işi sayılabilir. ABD–Meksika sınırında geçen bu filmde Emily Blunt, erkek egemen bir dünyada idealizmini korumaya çalışan bir FBI ajanını canlandırıyordu. Villeneuve sınırın ötesini bir cehennem gibi göstermişti. Mesaj nettir: insanlık düzen kurmaya çalıştıkça kendi barbarlığını yeniden üretir.

Denis Villeneuve yahut “Döni Vilnöv” Sinemasına Bir Kapı Aralama
Ama sonra bir şey değişti: Villeneuve karanlıktan çıkarak insanlığa biraz umut vermek istedi. Arrival (2016) tam da bu yüzden özel bir film: uzaylılarla ilk karşılaşmayı anlatıyor gibi görünür ama aslında iletişim, zaman ve sevgi üzerine bir hikâye. Amy Adams’ın canlandırdığı Louise, yeni bir dili öğrenirken zamanın dairesel olduğunu algılamayı öğreniyordu. Film bize şu soruyu soruyordu: “Sonunun acı olacağını bilsen de o sevgiyi yaşar mıydın?” Villeneuve’ün cevabı basitti: evet. Çünkü hayatın anlamı, sonu güzel olmasa bile yaşanmış anların kendisindedir.
Blade Runner 2049 (2017) belki de Villeneuve’ün en büyük sınavıydı. Bir klasik olan Ridley Scott’ın dünyasına dokunmak kolay değildi; ama o sadece bir devam filmi yapmadı, yepyeni bir felsefe kattı. Neon ışıklar ve külle kaplı şehirler arasında kimlik, hafıza ve varoluş üzerine düşündürdü. Bu kez kadın karakterler — Joi, Luv ve replikant bir çocuk — insanlığın vicdanını taşıyordu. Villeneuve’e göre asıl güç duygusal dayanıklılıktı.
Ama bence Denis Villeneuve’ün gerçekten “tanrısal ölçek”e ulaştığı nokta ise Dune oldu. Frank Herbert’in neredeyse çekilmez denilen evrenini öyle bir sadelikle ve ihtişamla anlattı ki, mitolojiyle bilimi, maneviyatla politikayı aynı kum tanesinde buluşturdu resmen.
Dune: Part One ve Dune: Part Two, aslında Villeneuve’ün tüm filmografisinin zirvesi olarak okunabilir. Sessizliğin içindeki kudret, kaderin ağırlığı ve insanın kendi inancıyla hesaplaşması… Paul Atreides’in çölü aşarken yaşadığı dönüşüm, Incendies’deki o içsel yolculuğun epik bir yankısı gibi bu filmde de hissediliyor. Görsel olarak neredeyse kutsal bir sadelik taşıyan filmde, devasa kum fırtınalarının içinde bile minimalist bir huzur var; bunu garip bir şekilde bize hissettiriyor. Villeneuve, her filminde yaptığı gibi burada da aynı şeyi yapıyor: korkuyu güzelliğe, büyüklüğü avuçlarına alarak insan kalbine çeviriyor. Tüm bu sebeplerden dolayı Dune, yalnızca bir bilimkurgu değil, aynı zamanda Villeneuve’ün “sessizlik felsefesinin” evrensel boyuta ulaştığı bir meditasyondur.

Denis Villeneuve yahut “Döni Vilnöv” Sinemasına Bir Kapı Aralama
Denis Villeneuve’ün sineması titizlikle kurulmuş bir sessizlik gibidir: her kadraj bir mimari yapı, her ses bir yankıdır. Roger Deakins’in ışığı, Jóhann Jóhannsson’un tınıları, Hans Zimmer’in elektronik dalgaları… Hepsi bir amaca hizmet eder: korkuyu güzelliğe dönüştürmek. Villeneuve’ün karakterleri genelde kaybolmuş insanlardır — anneler, dedektifler, androidler… Ama o karanlığın içinde hep bir kurtuluş ararlar.
Villeneuve’ün sinemasını dini olarak tanımlayamayız; ama içinde derin bir inanç taşır. Bu, empatinin insanın en kutsal gücü olduğu mesajını verir. Onun filmlerinde düzen ile kaos sürekli çatışır. İnsanlar bir şeyleri kontrol etmeye çalıştıkça sonunda kontrol çöker. Villeneuve’ün kahramanları anlam ararken büyük bir uyanışla teslim olmayı öğrenir.
Korku onun sinemasında bir duygu değil, bir farkındalıktır — yani bilmenin ağırlığıdır. Bu yüzden Villeneuve’ü Kubrick ve Tarkovsky ile aynı çizgide görürler; fakat o daha somut bir anlatıya sahiptir. Soyut felsefeyi değil; ışığın sertliğini, duvarın soğukluğunu, sesin yankısını anlatır. Gerçeğin felsefesini fiziksel dünyada kurar. Villeneuve’ün kariyeri aslında bir paradoks: bağımsız sinemadan gelip Hollywood’un tam ortasında durmak, ama ona hiç benzememek.

Denis Villeneuve yahut “Döni Vilnöv” Sinemasına Bir Kapı Aralama
Genelde Christopher Nolan ile de kıyaslanır — ikisi de büyük filmler yapar; fakat fark şuradadır: Nolan zamanı kontrol etmeye çalışır, Villeneuve zamana teslim olur. Belki de bu yüzden Villeneuve’ün sineması bir katedral gibidir: ışık ve korkudan yapılmış bir katedral. Soğuk, dikkatli ama derinden insani. Filmleri kolay cevaplar vermez; sadece şunu söyler: “Düşün. Hisset. Bak.”
Özetle, gürültü ve hız arasında Denis Villeneuve bize sessizliğin gücünü tekrar tekrar hatırlattı. Ona göre gerçek vizyon sessizliktedir. Bazen en korkutucu şey, anlam arayışının ta kendisidir.