The Surfer: Saykodelik Bir Sahil Gerilimi
Başrollerinde çılgınlık denince akla gelen ilk isim Nicolas Cage ve Julian McMahon’un bulunduğu; öncesinde Nocebo ve Vivarium gibi çok şey vaat edip genel izleyicide hayal kırıklığı yaratmış filmlerin yönetmeni Lorcan Finnegan’ın son filmi The Surfer’ı ağustostaki vizyonundan önce izleme fırsatı buldum ve sizinle görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Film, oğlunu sörf yapmaya çocukluğunun geçtiği sahile götürmüşken, oranın yerlileri tarafından aşağılanan ve o sahilde sörf yapmayı artık onur meselesi hâline getiren isimsiz bir karakteri merkezine alıyor. Nicolas Cage, her zamanki gibi deliliğin uçlarında gezinen adam rolünde harikalar yaratmış. Onunla gülüyor, üzülüyor ve onunla birlikte siz de cinnet geçirme noktasına geliyorsunuz ki aslında senaryosu bu kadar aksayan bir filmde bu hisleri yaşatabilmesi, üst düzey bir oyunculuğun göstergesidir. Nicolas Cage iyi, çok iyi; ama filmin “kötüsü”, son dönem sert erkek influencer’larının bir parodisi olan Scally rolüyle Julian McMahon da harikalar yaratmış.
Filmin senaryosunun aksadığından biraz önce bahsettim. Bunun en büyük sebebi, karakterin ufak senaryo hataları veya olağan insan hataları denilebilecek şeylerden çok daha büyük ve saçma hatalar yapması. Bu, bence seyirciyi filmin dışına iten bir unsur olmuş çünkü kimse bu filmdeki karakter gibi davranmaz. Onun dışında filmdeki geçmiş, nostalji temaları iyi bir şekilde işlenememiş çünkü karaktere dair bildiğimiz çok az detay var ve bu detaylar onu bir karton parçası olmanın ötesine itemiyor maalesef. Fakat yine de öyle büyük bir oyunculuk var ki, siz bu karton parçasıyla bile empati kurabiliyorsunuz.
Bu filmdeki senaryoyu tatmin edicilikten uzak kılan şeylerden bir diğeri ise filmin, onca gerilimden sonra seyirciyi bir climax’e ulaştıramaması. Vaat ettiği gibi vahşi olamıyor, vaat ettiği gibi komik olamıyor ve en önemlisi, kendisinin düşündüğü kadar garip olmaktan bir hayli uzak. Straw Dogs’dan bariz ilham almış bu filmin climax’i, onun kadar ikonik olmaktan oldukça uzak. Film bittiğinde maalesef sinemadan, çok güzel bir yemekten sadece bir kaşık almış gibi çıkıyorsunuz.
Filmle ilgili olumlu bir noktadan bahsedecek olursam, kesinlikle ilk aklıma gelen şey atmosfer yaratımı olurdu – ki bir noktada filmi bitirten şey de bu. Film sizi bulunduğunuz yerden alıp güneşin altında 40 derece sıcakta bir sahile götürüyor ve karakterle birlikte sizin de başınıza güneş geçiyor ya da siz de bir arabanın içinde klimayla serinliyorsunuz. Tam olarak ağustos vizyonunun filmi olmuş yani. Bu derecede hipnotik bir atmosfer yaratabildiği için başta yönetmeni takdir etmek gerek.
Bir diğer beni cezbeden nokta ise filmin sinematografisi oldu. Filmin görüntü yönetmeni Radek Ladczuk, en son The Peasants ile harikalar çıkarmışken, The Nightingale ve The Babadook zaten çoktan klasikleşmiş işler. Şahane bir tablo gibi kullanılmış renkler, fotoğraf gibi kamera açılarıyla The Surfer’ın güzelliğinden gözünüzü alamayacaksınız.
Filmdeki atmosferi güçlendiren şeylerden biri de filmin fazlasıyla güzel ses miksajı. O sahildeki tekinsiz insanların metreler ötedeki konuşmaları, dediklerinin anlaşılmazlığının karakterde yarattığı paranoya ve dalga seslerinin periyodikliğinin karakterimizi sürüklediği cinnet hâline seyirciyi de dâhil edebilmiş. Müzikler konusunda filmi çok başarılı bulamadığımı, hatta filmi düşünürken “Acaba filmde hiç müzik kullanmamışlar mıydı?” diye düşündüğümü eklemek zorundayım.
Uzun lafın kısası: Benim gibi Nicolas Cage manyaklığının hastasıysanız, birkaç saatliğine bambaşka bir atmosfere gitmek istiyor ya da cinnet hikâyelerine ilgiliyseniz The Surfer izlenebilir bir seçenek. Aksi takdirde başından hoşnut ayrılmayacağınız bir iş olmuş.