The Return: Kendinle Yüzleşmek Kolay Değildir
Kalabalık bir İstanbul akşamından, hepimize mutlu akşamlar. İstanbul’da şu an herkes binbir kargaşayla evlerine gitmeye çalışırken, ben ise birkaç saatliğine Antik Yunanistan’a doğru yolculuğa çıkmaktayım. Nasıl mı? Uberto Pasolini’nin yeni filmi The Return ile tabii ki. Kendisinin çektiği dördüncü filminin başrollerinde iki usta oyuncu var: Juliette Binoche ve Ralph Fiennes ve kendileri Oscar ödüllü The English Patient (Anthony Minghella, 1996) filminden tam 28 yıl sonra bir araya geldiler. Film, Kral Odysseus’un 20 yıl boyunca uzak kaldıktan sonra perişan halde İthaka kıyılarına vurmasını ve ruhsal bir yolculuğa çıkarak gücünü yeniden bulmaya çalışmasını anlatıyor. Toronto Film Festivali’nin Gala bölümünde gösterilen bu film, ülkemizde önce Filmekimi’nde, ardından Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Şimdi ise bugün, Başka Sinema dağıtımıyla Mars Production tarafından vizyona giriyor.
Kral Odysseus, 20 yıl sonra evine döner. Ancak Odysseus topraklarına döndüğünde perişan, bitkin ve tanınmaz bir haldedir. Üstelik hem krallık hem de yaşadığı topraklar da büyük değişimler geçirmiştir. Üstelik Penelope (Juliette Binoche) ile evlenmek isteyen sayısız talip ve krallığı işgal eden serseriler vardır. Tüm bu kargaşalarla birlikte Kral Odysseus, kendi gücünü yeniden bulmak için yeniden şiddete başvurmak ve ailesiyle yüzleşmek zorunda kalır.
Filmin anlatım tarafına geçmeden önce yönetmeninden bahsetmek lazım. Uberto Pasolini, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının ünlü yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin yeğeni. Oscar ödüllü The Full Monty’nin yapımcısı olarak sinemaya adım atan Pasolini, 2008’de Machan, 2013’te Venedik’te ödül kazanan Still Life ve 2020 yılında çektiği Nowhere Special filmlerinden sonra bu film, Uberto Pasolini’nin dördüncü filmini. Ben kendisinin önceki filmlerini seyretmemekle birlikte ve sadece önceki filmlerinin fragmanlarını izlememle birlikte The Return, Uberto Pasolini’nin en farklı filmi olmuş. Şimdi anlatıya geçiyorum, izniniz olursa. 3, 2, 1 ve hop, anlatıma geçtim!
Bu film bizi Yunanistan’ın kıyılarından ormanlarına, ormanlarından krallığa doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu esnada kendime iki soru sordum: Birincisi, büyük bir savaşa gitmek bizi harap edebilir mi, bizi yıkabilir mi? İkincisi, kendimizi yeniden bulabilir miyiz? Bu soruları sormak zorundayım çünkü film, savaşın acımasızlığını, dehşetini ve yıkıcı gücünü ruhsal açıdan sonuna kadar hissettiriyor. Ben bu soruları sorarken, cevaplarını da filmdeki karakterlerin ruh hallerinde buldum. Ancak bu cevapları verirsem spoiler vermiş olurum, bu yüzden spoiler vermeden filmin anlatısından bahsetmeye çalışacağım.
Öncelikle izleyeceğiniz bu film bir savaş filmi değil. Bu film, savaştan dönen bir kralın ruhsal yolculuğunu anlatıyor. Filmin yapımcılarından James Clayton’ın dediği gibi: “Tanrılar veya canavarlar yok. Bunun yerine, sevdiklerini kurtarmak için şiddete geri dönmek zorunda kalan, travmatize olmuş bir gazinin yer aldığı temel bir gerilim filmi.” Dolayısıyla, bol fantastik soslu bir Truva filmini bekleyenlere söylüyorum ki, cidden dumura uğrarsınız, bu konuda da garanti ediyorum. İkinci olarak, filmin en güçlü yanı, görsel alt metinlerinde, karakterlerinde ve tabii ki Odysseus’un değişen ruh hallerinde saklı. Filmi izlediğinizde, mekanlara ve karakterlerin ruh hallerine dikkat etmeniz gerekiyor; aksi takdirde filmden çok da bir şey anlayamazsınız. Üçüncü olarak, bu filmden tam anlamıyla keyif almak için Odysseia Destanı’nı kısmen de olsa iyi bilmek gerekiyor. Destana hâkimseniz, filmi rahatlıkla izleyebilirsiniz çünkü karşımızda anlatı açısından gerçekçi bir sinema örneği var. Bunun dışında, filmdeki diyaloglar ne çok sığ ne de çok derin. Bazı sahnelerde güçlü bir etki yaratırken, bazı sahnelerde pek de bir anlam katmıyor.
Az önce filmin görselliği ve ruh hallerine odaklanıldığını söylemiştim ya, hatırlarsanız eğer, işte şimdi bu konuya geliyorum. Filmin görselliği ne çok zengin ne de çok yüzeysel. Tıpkı senaryoda (en azından diyaloglarda) olduğu gibi, filmde iç mekan sahnelerinin sinematografisi mükemmel tasarlanmış. Özellikle de krallığın olduğu sahnelerde gururu, iç çatışmayı, onuru ve acıyı sonuna kadar hissettim. Ancak dış mekanlar konusunda aynı şeyi söyleyemem. Kasaba, çadır ve çiftlik sahnelerinde kullanılan dış mekan sinematografisini ne iyi ne de kötü buldum; orta seviyede kaldığını söyleyebilirim. Ama yine de benden iyi bir not almayı başardığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Bunun dışında filmin müzikleri ve ses kullanımı da bir hayli başarılı. Hakikaten iyi yani, şimdi doğruya doğru. İç çatışmaları, şiddeti ve gücün yarattığı yankıları sonuna kadar hissettiriyor ve seyirciyi filmin atmosferine çekiyor.
Gelelim filmin en önemli unsurlarından biri olan oyunculuklara. Kral Odysseus rolünde Ralph Fiennes ve Penelope rolündeki Juliette Binoche, tam 28 yıl sonra tekrar aynı filmde bir araya gelmişler. Olumlu anlamda söylüyorum söyleyeceğimiz, iki oyuncu da ayrı telden çalıyor; ancak filmin sonlarına doğru bu teller birleşiyor. İkisi de ruhlarındaki gelgitleri son derece iyi yansıtarak tüylerinizi diken diken ediyor, hem de çok diken diken.
Neyse, bu filmi yavaşça toparlıyorum izniniz olursa: The Return, günümüzde hâlâ devam eden savaşın ve gücün insanlıkla imtihanını gözler önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda da Odysseus’un hiç bilmediğimiz yönlerini de gösteriyor. Daha önce de söylediğim gibi bir kez daha söylüyorum, eğer bu filmi fantastik bir film beklentisiyle izlerseniz dumur olabilir, gördüklerinize şaşırabilir ve biraz da hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Çünkü bu film, ruhsal bir masal, ruhsal bir yolculuk. Öte yandan Odysseia Destanı’na ilginiz varsa, bu filmi kaçırmayın. Malum, önümüzdeki yıl Christopher Nolan’dan 3 ila 4,5 saat sürebileceğini kesinlikle garanti ettiğim bir Odysseia uyarlaması olan The Odyssey geliyor, ki o filmle birlikte bu destandan kurtuluş yok. O zamana kadar destana olan açlığınızı giderebileceğiniz bir film var karşınızda.
Hepinize iyi akşamlar, iyi günler ve iyi geceler dilerim.
The Return: Kendinle Yüzleşmek Kolay Değildir