Pulp Fiction: Mafya, Pop Kültürü, vs.
Bazı filmler vardır, bir gün sonra bile varlığını unuturuz. Ama bazı filmler vardır ki aradan 30 yıl geçse de, hatta 100 yıl geçse de unutulmaz. Quentin Tarantino’nun ikinci filmi Pulp Fiction, unutulmaz filmler arasında yer almakla kalmıyor, bu unvanın hakkını sonuna kadar veriyor. Hatırlarsanız, Ekranom sitesinde “Klasik Filmlerden Sinemalara Hücum: Klasikler Yeniden Sinemalarda“ isimli bir yazı yazmış ve klasik filmlerin Türkiye sinemalarına tekrar vizyona gireceğinden bahsetmiştim. Pulp Fiction, o yazıda bahsettiğim filmlerden biri.
Quentin Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı; başrollerinde John Travolta, Samuel L. Jackson, Uma Thurman, Bruce Willis, Christopher Walken, Rosanna Arquette ve Harvey Keitel gibi yıldız isimlerin yer aldığı bu başyapıt, 1994 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi, Altın Küre ve Oscar’da ise En İyi Senaryo ödüllerini aldı. Film, birbirinden bağımsız gibi görünen ama herkesin bir diğerinin kuyusunu kazdığı suçluların hayatından kesitler sunuyor ve bunu son derece doğrusal olmayan (non-lineer) bir anlatımla yapıyor. Türkiye’de 14 Nisan 1995 tarihinde Warner Bros. dağıtımıyla Film Pop tarafından vizyona giren film, bu kez 30 yıl aradan sonra önce İstanbul Film Festivali’nde 12 ve 14 Nisan tarihlerinde, ardından da 25 Nisan’da Chantier Films tarafından Türkiye izleyicisiyle yeniden buluşacak. Hazırsanız, bu hikâyeye birlikte dalalım.
Honey Bunny (Amanda Plummer) ile Pumpkin (Tim Roth), hayatlarına biraz hareket katmak için bir restoranda soygun yapmaya çalışıyor. Öte yandan Vincent Vega (John Travolta) ile Jules (Samuel L. Jackson), patronlarına para ödemeyi geciktiren birkaç sahtekârı vurmak için yola çıkıyor. Vincent ayrıca, patronu Marsellus Wallace’ın genç ve güzel karısıyla ilgilenmek üzere görevlendiriliyor. Boksör Butch Coolidge (Bruce Willis) ise boks maçında şike yapmayı reddediyor ve şehirden kaçıyor. Böylece, dolambaçlı bir şekilde kaderin bu karakterleri nasıl bir araya getirdiğine tanık olurken, diğer yandan tüm bu suçluların hayatlarına odaklanıyoruz.
Peki, bu film neden hâlâ bu kadar çok seviliyor sizce?

Pulp Fiction: Mafya, Pop Kültürü, vs.
Birincisi, hikâye doğrusal olmayan bir şekilde ilerliyor. Bu karmaşık ve parçalı anlatım biçimi, hem “Kim, ne, nerede, nasıl, neden?” gibi soruları sorduruyor hem de seyircinin olayları bir bulmaca gibi çözmesine imkân tanıyor.
İkinci olarak, filmdeki diyaloglarda bir kelime bile boşa kullanılmıyor. Her bir kelime sadece hikâyeye hizmet etmekle kalmıyor, aynı zamanda popüler kültüre yapılan göndermelerle filmi daha katmanlı hâle getiriyor. Bunu hem görselliğiyle hem de kelime oyunlarıyla başarıyor.
Örnek verecek olursak; hamburger sahnesi, televizyonda yayınlanan eski filmler, Bruce Willis’in filmde giydiği Converse ayakkabılar buna örnek gösterilebilir.
Üçüncüsü ise film, her suçlunun içinde mutlaka merhamet barındırabileceğini gösteriyor.
Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Pulp Fiction’ı izlemek için birçok sebebimiz var.
Bitti mi? Bitmedi. Burası sadece hikâye tarafındaydık.
Görsellik açısından film tam anlamıyla stilistik bir yapıya sahip. Andrzej Sekula’nın kamerası eşliğinde, film şiddet ve aksiyon dolu görsel bir ziyafet sunuyor. Çekim açıları, pastel renk tonları, karakterlerin mimikleri ve silahların acımasızca kullanımı şiddeti etkili bir şekilde yansıtıyor. Ancak pek çok şiddet içerikli filmden farklı olarak Pulp Fiction, şiddeti dozunda ve estetik bir biçimde kullanıyor.
Estetikten kastım ise Japon ve Hong Kong filmlerinin şiddet estetiği.
Ayrıca karakterlerin gözlerinden okunan öfke, merhamet, sevgi gibi duygular da seyirciye güçlü bir şekilde yansıtılıyor.

Pulp Fiction: Mafya, Pop Kültürü, vs.
Biraz da müzik kullanımından bahsetmeden geçmeyelim. Çünkü filmin %60’ı müziklerinden güç alıyor. Filmin müzikleri öylesine güçlü ki, neredeyse başlı başına bir karakter gibi yer alıyor. Ağırlıklı olarak 50’ler, 60’lar ve 70’lerden seçilen parçalarla filmin enerjisini artırıyor ve bizi filmin içine çekmeyi başarıyor.
Dick Dale & His Del-Tones’un yorumladığı Misirlou, Kool & The Gang’den Jungle Boogie, Link Wray’den Ace of Spades, Chuck Berry’den You Never Can Tell gibi şarkılar, filmin enerjisine ve bölünmüş yapısına mükemmel bir uyum sağlıyor. Elbette bu şarkılar aracılığıyla popüler kültüre yapılan göndermeler de es geçilmiyor.
Hızlıca toparlıyorum ve aranızdan çekiliyorum. Şöyle ki: Pulp Fiction, aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ izlenebilirliğini koruyan bir kült, bir klasik, bir başyapıt.David Fincher nasıl Se7en ile polisiye sinemasında yeni bir sayfa açtıysa, Quentin Tarantino da bu filmle şiddet sinemasında yeni bir sayfa açtı.
Film yeniden vizyona giriyorken, kesinlikle ama kesinlikle kaçırmayın.
Kaldı ki bu filmi inceliyor olsam da, sinemada bir kez daha izlemeyeceğim diyemem. Bundan kurtuluş yok.
Kaçırmamanızı tavsiye eder, hepinize iyi günler dilerim.
Puan: 5/5