Martin Eden: Birlikte Öğreniriz
“Boğulmama izin vermediğim sürece bende bir gücüm.”
Yeniden merhaba. Biliyorum, uzunca bir süredir kelimelerle başlattığımız sinematografik mücadelemizde kaçağım. Beni saklandığım yerden, Jack London’dan başkası çıkaramazdı. Karakterlerinin anti liberal tiratları gözümü açmaya yetti. Yaşamın bana kalan döngüsünde, şarapla sermest olmam gerek. Ancak bir daha arayı bu kadar açmak yok. Denizci sözü.
Nefesinizi tutun, suyun altına dalacağız. Nefesini bırakan kaybeder. Başlıyoruz.
Jack London… Penceresinden sesini duyduğu rüzgar bile devrimci. Filmi izlerken ikilemde kaldığımı söyleyerek başlamak istiyorum. Romandan bağımsız bir yazı mı yoksa romanla eşgüdüm ilerleyen bir yazı mı olmalı diye. Yönetmen ve senaristlerin kullandıkları epizotlara bakınca onlarda romandan koparamamışlar. Bu bazen sorunlu bazen keyifli planlar yakalamalarını sağlamış. Yazının ilerleyen bölümlerinde buna değineceğim. Şimdi künyeye bakalım.
Gişe tarihi 4 Eylül 2019. Pandemi sürecine denk geliyor vizyonu. Filmi MUBI’den seyredebilirsiniz. Jack’ın paradoks ve kaos tutkusu filme dahi sirayet etmiş. Yönetmenliğini daha çok belgesellerinden tanıdığım Yeni Gerçek akımının asi savunucusu Pietro Marcello yapıyor. İzlerken şahit olacaksınız, planlar Yeni Gerçeklik kokuyor. Orta genel plana sabitlenmiş hareketli kamera, çerçevesine giren çekim ölçekleri değişken üçer beşer insanlar. Ve elbette tek plan. Karakterlerini asla mekandan ayırmıyor. Martin Eden’ı ruhunda hisseden bir Luca Marinelli var. Karakteri içselleştirmediği tek bir bakışı yok. Diğerleri için aynı şeyi pek söyleyemeyeceğim. Elena Orsini karakterini, Jessica Cressy oynuyor. Tipoloji olarak gayet başarılı ancak Luca’nın büyük oyunlarında hep eksik kalıyor.
Teknik çizim masamızda, romanı senaryolaştıran Maurızıo Brauccı ve Marcello var. Tamamen romana bağlı kalarak bir film yapılsa yönetmen kurgusu bile altı saatten aşağı olmaz. O yüzden bir seçim yapmaları gerekliydi. Filmi izlemeden önce en çok merak ettiğim buydu. Jack London’ın uzunca betimlerimini nasıl plan sekansa böleceklerdi? Bunu da cevaplayacağım.
Sacha Ricci, Marco Messina ve Paolo Marzocchi… Her biri onurlandırılmayı hak ediyor. Besteledikleri müziklerle filme öyle bir nüans katıyorlar ki tamamen dahice. Müziklerin ritmine, Jack London’ın mezarında parmaklarını kımıldatarak eşlik ettiğine eminim. Yüzüklerin Efendisi, Matrix ve Harry Potter filmlerine, müziğin etkisi neyse Martin Eden içinde o etki sağlanmış. Müzik alanında nasıl ödül almadı, hala şaşkınım. Evet, İtalya bir Akdeniz ülkesi. Tıpkı Türkiye gibi 🙂
Evet, spoilerı en minimal şekilde kullanmaya çalışacağım. Ne kadar mümkünse. Ancak size bir öneride bulunmam gerekiyor. Romanı okumadıysanız film size oldukça karmaşık gelecektir.
En çok merak ettiğim sorunun cevabıyla başlamak istiyorum. Yarı otobiyografik olarak bilinen romanın yazarı Jack London’ı, ekol ve tarz olarak diğer edebiyatçılardan farklı kılan şey cüretkarlığıdır. İnandığı kavramlar vardır, birey olma durumu savunduklarının en önde gelenidir. Sosyalizm, topluma birey olma durumu sağlanmazsa sadece efendi değişikliğidir. Toplum köle olmaya devam eder. Jack ise buna temelden karşıdır. Önce sokaktaki insanın bilinç evrimi sağlanmalıdır der. Bunu George Orwell, Kafka, Huxley hatta Saramago gibi hikayenin kıvrımlarına mesajını ileterek değil karakterlerini konuşturarak yapar. Romantik düzlemde ilerleyen bir hikaye birden propagandaya dönüşür. Reenkarnasyonu anlattığı Adem’den Önce kitabında bile bunu yapmaktan sakınmaz. Fikirler söz konusu olduğunda Joseph Goebbels’den daha ileride bir hitabet yazarıdır.
Martin Eden roman üzerindeki zamansal devinimi çok geniştir. Ancak sinema yapıyorsanız ve üstüne üstlük bir Jack London romanını tercih ediyorsanız bu riske girmeyi tercih etmişsiniz demektir. Sinema, zamanın iyi yönetilme sanatıdır. Filmin süresi 120 dakikanın biraz üstünde. Benim için gayet makul bir süre.
Hollywood’un gözlerimize mesken tuttuğu kurgu biçimi bu filmde yok. Yeni Gerçeklik etrafında yapılan filmlerde bu biçime pek rastlanılmaz. Orta genel planın içerisinde devinimin olmadığı nadir planlar var. Orada da Martin’in Elena’ya aşkla baktığı sahneler. Aşk söz konusu olduğunda Yeni Gerçekliğin savunucuları bile köşelerine geçiyor.
Film, hızlandırılmış olarak başlıyor. Gelişiyor ve bitiyor. Martin’in ses kayıt cihazına şiirlerini kaydetmesiyle başlıyoruz.
Ablası Giulia ve eniştesi Bernardo ile yaşamaktadır. Eniştesiyle anlaşamaz. Para kazanmak için küçüklüğünden beri gittiği denizlere açılır. Deniz onun için bir tutku olarak başlasa da ilerleyen zamanda zorunluluk haline gelir. Alt tabakaya aittir, kazandığı parayı içki ve seks için harcayan genç bir denizciyken, onunla hayatını değiştirecek olan üst zümreye ait bir ailenin, entellektüel kızıyla, Elena Orsini ile tanışır. Denizciden geriye kalan tek şey maviye olan tutkusudur. Onu da Elena’da bulacak.
Hayatı boyunca değil bir kitap okumak, fikirleri bile başkalarınınkine tutsakken Martin’i harekete geçiren kabul görme dürtüsüydü. Çünkü Elena’yı seviyordu. Denizde ölüm sırasını bekleyen bir denizci olarak bunu başaramazdı. Okudu. Çok okudu. Sanatın dürtüsü, Elena’nın piyano dinletisini dinlerken kanında çoktan gezinmeye başlamıştı.
Bir plandan bahsedeceğim. Bu spoiler için beni taşlama. Benimde katharsis yaşamaya hakkım var…
Muhteşem bir anlatı. Martin Eden hayatında ilk kez eline kitap alır. Kendi odasındadır. Çerçevede odanın içinden küçük bir alan, ortada şeffaf bir perde, perdenin öteki tarafında gaz lambasıyla kitap okumaya çalışan Martin ve açık pencere. Bir değişim halini sinematografik olarak böylesine anlatmak… Bu yüzden sinema ruhumun kamçısı.
İnatçı olmayan denizde yaşayamaz. Portekizli denizciler için tek kural olan bu cümle, Martin’in hayatına tamamen etki eder.
Elena’ya yazar olmak istediğini söyler. Elena bunun için en baştan başlaması gerektiğini anlatır. Dil bilgisi kitabı verir. Bir miçonun, yazara dönüşüm hikayesi burada başlar.
Filmin buradan sonrası gelişme sekansı. Kelimeleri dikkatli seçeceğim, heyecanını kaçırmak istemiyorum. İzlemen gereken bir film. Unutma, eğer okumadıysan önce roman.
Film sahne geçişlerini epizotlarla sağlıyor. Epizot, filmin geneliyle bağlantısı olmayan ancak kendi halinde anlam bütünlüğü taşıyan görüntüler bütünüdür. Filmin epizotlarında çok fazla insan yüzü göreceksiniz. Hikayeyle bağlantısı olmayan bu yüzler aslında bir saygı duruşu. Kime? Elbette Jack London’a. Muhteşem bir fikir.
Jack London romanlarında çok fazla yan karakter içerir. Bunların çoğu, sokağın köşesinde gazete satan çocuk, tefeciden para almak üzere caddede yürüyen orta yaşlı adam, okula giden çocuklar, bir kamyon kasasındaki işçiler, ormanda yürüyenler, bir hayat kadını, engelli genç adam ve yüzlercesi. Romanlarında bunu yapar. Çünkü değeri insandır. Yönetmen bunu bildiğinden, epizotları hep insan yüzleri olarak kullanmış.
Martin yazar olmaya karar verip bunun için harekete geçtiğinde, rastgele olan sahne tasarımı bir tuval inceliğine dönüşür çünkü Martin Eden görme biçimini değiştirmiştir.
Yazıları gerçekçi ve çarpıcıdır. Teması ölüm ve umutsuzluktur. Romantiklik içermez. Kalemi gördüğünün dışında bir şey yazmaz.
Öyküleri ve şiirleri dergiler tarafından reddedilir. Dener, dener, bir daha dener. Sonuç aynıdır. Ta ki L’Eroica Dergisi’nin Dönek öyküsüne 200.000 liret ödemesine kadar.
“Alçak bir pencere, bir çit.
Duruyor arkasında küçük, kokulu bir gül.
Bir hapishane gibi,
Kokulu gül için.
Özgür kalmak için sabırsızlanıyor gül.”
MARTIN EDEN
Zaman ilerler, peşi sıra hikayedeki tüm insanları değiştirir. Mağaralar olmalı elbette. Filmin içeriği hakkında bu kadarı kafi. Bundan sonrası hem okurun hem seyircinin, gözleri ve zihniyle bağlantılı. Araya girilmez.
Filmin sonunda güzel bir sürpriz var. Romanı okuyanlar içinde sürpriz olarak sayılabilir. Yönetmenin güzel bir yorumlaması diyelim. Unutmadan, deniz denizcisini her daim çağırır. Kah mavi suyunda, kah yeşil yosununda. Elbet çağırır.
Bir çift söz sana, kelimelerle başlattığımız mücadeleyi tamamlayana kadar devam edeceğiz. Kendin için en iyisini dile. Sağlıcakla azizim.
Martin Eden: Birlikte Öğreniriz