Made in England: Dahi Bir Yönetmen Nasıl Yetişir?
Hepimizin küçük yaşlarda izleyip aklına kazınmış, belki hayatına bile dokunmuş filmler vardır. Bu filmler genellikle “Genel İzleyici Kitlesi” ibaresine sahip yapımlar veya animasyonlar olur. 1940’lı yıllara damgasını vurmuş ve sinema tarihinin yapı taşlarını oluşturmuş İngiliz film yapım ortaklığı Powell-Pressburger filmlerini izlemiş bir çocuğun ise yıllar geçtikçe yüzlerce ödüle layık görülmüş ünlü bir yönetmene evrilmesine şaşırmamak gerek. Martin Scorsese’nin uygulayıcı yapımcılığı ve anlatıcılığını üstlendiği bu inceleme üç yönetmenin iç dünyasını izleyiciyle buluşturuyor: Michael Powell, Emeric Pressburger ve Martin Scorsese. Yönetmen koltuğunda David Hinton’ın yer aldığı belgesel Powell ve Pressburger’ın ortak olana kadarki geçmişleriyle başlıyor. Beraber nasıl sinema tarihinin geleceğini yazdıklarını, Martin Scorsese’nin kendi ilham yolculuğuna da yer verdiği bir anlatımla izliyoruz.
Belgeselde de bahsedildiği gibi, ikili sadece Scorsese’ye değil, dünyaca ünlü başka yönetmenlere de ilham olmuş. Bu isimlerin arasında “baba” filmleriyle akıllara kazınan Francis Ford Coppola da var. İkilinin eşsiz çekim teknikleri ve her sahnesi adeta bir tabloyu andıran filmlerine göz attıkça neden bu kadar kült hale geldiklerini anlayabiliyoruz. Aynı zamanda belgeseldeki çoğu röportaj ve klip arşivlerden çıkarılmış. Bu sayede iki dehanın düşünce dünyasına daha derin bir bakış açısı kazanabiliyoruz.
Scorsese, ikilinin filmlerinde en çok dikkatini çeken şeyin renk, hareket, ışık ve müziğin harmonisi olduğundan bahsediyor. Öyle ki, bazı spesifik manevralar kendi filmlerindeki sahneleri çekmesi için onu harekete geçirmiş. Bunlardan biri 1943 yılında beyazperdeye aktarılan romantik savaş filmi The Life and Death of Colonel Blimp’te bulunuyor.
Filmde onurları için birbiriyle dövüşmek zorunda olan iki ana karakterin düellosuna tanık oluruz. Bu sahneyi eşsiz kılan ise şudur: İki asker elinde kılıçları tam yerlerini alıp düelloyu başlattıkları sırada kamera yavaş yavaş tavana yükselir ve izleyiciye dövüş sahnesini göstermez. Çünkü -yönetmenin açıklamasına göre- dövüş önemsizdir, altını çizmek istediği yer birbirini hiç tanımayan iki askerin bu düellodan sonra filizleri atılmış olan, ömür boyu sürecek dostluktur. Filmin akışı için oldukça önem arz eden bu sahne ve cesur çekim tekniği, Scorsese’nin Raging Bull’daki büyük şampiyonluk maçı çekiminin çıkış noktası. İzleyenler de bilir ki Scorsese maçın kendisine çok odaklanmaz, aksine uzun bir süre sabit kameralı çekimle sadece Robert De Niro’nun ringe yürüyüşünü izleriz. Bu, o maça çıkana kadarki yolculuğun kıymetinin de simgesidir aslında.
Martin Scorsese’nin Colonel Blimp, Red Shoes ve Black Narcisuss gibi filmleri incelerken hayranlığını gizlemeyişi ve ilham kaynaklarını ortaya koyduğu eserlerle harmanlayarak anlatışı izlemeyi kesinlikle daha keyifli hale getiriyor. Sahnede kullanılan bir kamera açısının veya baskın olarak işlenmiş bir renk tonunun seyircide uyandıracağı hissin nasıl farklı olabileceğini gözler önüne seren Powell ve Pressburger’a hayran olmamak elde değil gerçekten de. Bu sebeple sinema tutkunlarının soluksuz izleyeceği bir belgesel olabileceğini söylemek mümkün.
Gençken bizi heyecanlandıran şeyler, zamanla büyük birer tutkuya dönüşebilir. Martin Scorsese’nin bu süreçte yoluna ışık tutan ustalar, yarattıkları benzersiz evrenler ile Powell ve Pressburger olmuş. Dönemi de göz önünde bulundurursak gerek tartışmalı konulara değinmesiyle, gerek film kuramında çığır açan çekim teknikleriyle Powell ve Pressburger mirası onurlandırılması gereken iki efsanevi sinemacı. Martin Scorsese üstlendiği bu görevi başarıyla yerine getirmiş. İlginiz olsa da olmasa da izlediğinizde sinemanın evrensel dilinin büyüsüne kapılacağınıza inanıyorum. Belgeselin başında sorduğum, başlıktaki sorunun cevabını ise izledikçe buldum: Bir ustayı ancak daha büyük bir usta yetiştirebilirmiş.
Made in England: Dahi Bir Yönetmen Nasıl Yetişir?