Kulüp 1 Kısım: Nostaljik Bir Gerçeklik Hikâyesi
Yayınlandığı günden bu yana adından çokça söz ettiren Netflix Türkiye yapımı Kulüp, 1950’li yılların Beyoğlu’ndan gerçek hikâyeler sunuyor. Birbirine yabancı olan anne-kızın tanışma hikâyesini anlatırken yerli televizyon yapımı klişelerinden kurtulamasa da dijitale sunulan yerli yapımlar arasında farklı bir konuma yerleşmeyi başarıyor. Dönemin toplumsal sorunlarını objektif bir şekilde ele alırken, bu sorunlar üzerinden izleyicisine anlamlı mesajlar vermeye çalışıyor ve seçtiği farklı karakterlerle izlemeye değer bir yapıma imza atıyor yönetmen Zeynep Günay Tan. Dizi özellikle Türkiye’nin ideolojik tarihini Yahudi gayrimüslimler üzerinden ele almasıyla dikkatleri üzerine çekiyor.
Af kararının çıkmasıyla serbest bırakılan Matilda, içeride geçirdiği yıllar boyunca planladığı üzere İsrail’e gidip yeni bir hayat kuracaktır ancak kızı Raşel’in varlığından kaçamaz. Bazı gerçekleri hala saklamasına rağmen kızıyla yüzleşir ve duyduğu vicdan azabıyla ona yardım edebilmek için bir eğlence kulübünde işe başlar. Matilda’nın geçmişini flashback’lerle öğrenirken henüz 16 yaşındaki Raşel’in fırtınalı aşk hayatını tanıklık ediyoruz dizi boyunca. Anne-kız ikilisi dışında hikâyenin diğer karakterleri ve onların hikâyesi de ilgi çekici; Selim’in feminenliği ve star ikonikliği, Orhan’ın geçmişini merak ettiren hikâyesi ve Çelebi’nin anlaşılmayan hisleriyle merak uyandıran bir hikâye seyrediyoruz.
Yapımın beğenilen yönü hikâyenin geçtiği dönemi gerçekçi bir şekilde yansıtabilmesi; her bir detayı özenle tasarlanmış kostümleri, dekorları ve kültür yansımalarıyla dönemin atmosferini fazlasıyla hissediyoruz. Aslında yapımın anlattığı dönemi olduğu gibi yansıtma veya gerçeğine benzetme çabası olmak zorunda değil bana göre; yönetmen pekâlâ kendi tasarladığı geçmişi de sunabilir. Ancak yönetmen; tercih ettiği gerçekçi üslup, sahici mekân kullanımı, seyirciyi filmin içine çeken ve film boyunca sürükleyen görüntü yönetimi sayesinde gerçeğe benzetmeye çalıştığı bu yapımın üstesinden başarıyla geliyor.
Dizi hikâyeyi Türk Sefarad Yahudileri’nin gözünden anlatması ve Varlık vergisi karşısında çektikleri sıkıntılara değinmesiyle farklılaşıyor bana göre. UNESCO tarafından tehlike altındaki diller arasında gösterilen ve unutulmaya yüz tutmuş Ladino dilinin dizide kullanımı bir yandan dönemin gerçekliğini desteklerken diğer yandan Sefarad kültürünün görünürlüğünü sağlıyor. Yer verilen şarkıları, gelenek ve görenekleriyle onları yakından tanıyoruz. Bunun yanında Türklerin azınlıklara olan yaklaşımını da onların gözünden seyrediyoruz; işletmenin başarıya ulaşabilmesi için gayrimüslim işçi çalıştırmama veya gayrimüslimlerden biriyle aşk yaşamaya şiddetle karşı olması gibi detaylar ve bunların doğurduğu sonuçlar tüm gerçekliğiyle yansıyor.
Yapımın dikkat çeken bir başka yönünden, karakter tasarımlarından söz etmek istiyorum. Selim’i canlandıran Salih Bademci’nin muhteşem oyunculuğuyla birlikte yerli yapımların belki de gelmiş geçmiş en ilginç karakterini seyrediyoruz. Feminen kişiliği ve şöhret enerjisiyle yerli yapımlarda izlemeye alışık olmadığımız türden bir karakter. Selim “erkek görünümlü ama erkek gibi olmayan” biri ve yerli yapımlarda bu karakterleri aşağılamadan ve alay konusu olmadan izlemeye alışık değiliz. Selim bu algıyı yıkıyor ve izleyicinin gönlünde taht kurup dizinin adeta ışıldamasını sağlıyor. Sadece bu yönüyle bile yeterince farklı ve iddialı bir yapım olduğunu söyleyebiliriz.
Selim dışında kalan karakterler de oldukça ilgi çekici, başarılı oyunculuklar sayesinde seyir zevki artıyor. Ancak yapımın sonuna gelindiğinde karakterlerin hikâyelerinde eksiklikler olduğu fark ediliyor. Örneğin İsmet’in babasıyla ve Çelebi’nin Matilda’yla olan gerginliklerinin sebebi, Orhan’ın gayrimüslim olduğunu saklaması ve köyden gelen işçilerin hikâyeleri gibi noktalara daha detaylı yer verilebilirdi. Sözünü ettiğim bu eksiklikler senaryoda zaman zaman kopukluklar yaşanmasına sebep oluyor. Dizinin iki kısma ayrılarak yayımlandığını hesaba katarsak devam bölümleriyle beraber bir bütünlük sağlanacağını umuyorum.
Şu ana kadar bahsettiğim yönleriyle değerlendirince diziyi oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim. Ancak hikâyenin bazı kısımları klişeye kurban gitmiş ve yapımı kısmen sıkıcı hale getirmiş. Raşel ile İsmet’in aşk ilişkisi bunun en belirgin örneği olabilir. Kötü çocuk ve ona aşık cici kız ilişkisini daha önce defalarca izledik ve bu ikili de bize izlediklerimizden farklısını vermedi. Benzer diyaloglar, ezberlenmiş cümlelerle izlemesi oldukça sıkıcı bir ilişki seyrettik. Hikâyenin sonunda Raşel’in aptal aşığı oynamayıp kendi yolunu çizmesi bu ilişkinin farklı ve güzel sayılabilecek tek yönüydü sanırım.
İsmet karakteri için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Attığı tokattan sonra biz gayrimüslim olduğu için Raşel’i kabul etmediğini düşünürken, senaryonun İsmet’in doğrucu ve dürüst bir insan olması ve yalana tahammül edememesine bağlanması oldukça şaşırtıcıydı. Hele ki böylesine feminen bir dizide ataerkil zihniyeti meşrulaştıran kötü bir çelişki gibiydi. Bir zamandan sonra görmeye tahammül edemediğim bu itici karakterin sürekli çekici gösterilme çabasına da anlam veremedim.
Eğlence hayatını adeta görsel şölene çeviren görüntü yönetimi ve kulağımızın pasını silen melodileriyle dönemin atmosferini fazlasıyla hissettik bence. Özellikle Selim’in sahneleri ve tarzı için dönemi yansıtmadığına dair eleştiriler okudum ancak yukarıda da bahsettiğim gibi gerçeğin aynısını izlemek zorunda değiliz bence. Özellikle şov sergilenen sahnelerde anlıyoruz ancak tüm dizi boyunca her bir detay için emek harcandığını görebiliyoruz.
Pürüzlerine rağmen Kulüp’ü sevdim, sadece Selim Songür için bile olsa severdim. Yazımı dizide Matilda ile Hacı arasında geçen düşündürücü bir diyalogla noktalıyorum. İkinci kısımda görüşmek üzere (:
– Sefarad, eskiden buraya göç eden Yahudiler, benim gibi.
– Bizim gibi yani.
Kulüp 1 Kısım: Nostaljik Bir Gerçeklik Hikâyesi