Kokuho: Suç Dünyasından Sahneye
Kabuki tiyatrosu, 17. yüzyılın başlarında doğan bir halk tiyatrosu türüdür. İlk temellerini, aralarına güldürücü skeçler eklenen dans ve pandomim temsilleri oluşturuyordu. İlk olarak tapınakta doğan ve doğal olarak dinî unsurların yer aldığı Kabuki oyunları, dinin etkisinden kurtularak zaman içinde dansların, hareketlerin ve konuşmaların sergilendiği oyunlar hâline geldi. Dolayısıyla 1629 yılında kadınların tiyatroda yer alması yasaklandı. Onların yerine erkekler kılık değiştirerek sahneye çıkmaya başladı. Bu erkeklere Zenne ya da Japonların deyimiyle Onnagata (kadın karakterlerini oynayan erkek oyuncuların adı) dendi.
Bu bahsettiklerim, Filmekimi’nde izlediğim ikinci film olan Kokuhô filminin açılışında yer alan yazıydı. 2013’te Clint Eastwood’un son Western filmi Unforgiven’ın Japonca çevriminin yönetmeni, Kore asıllı Japon yönetmen Sang-il Lee’nin yönettiği Kokuhô, 1960’lardan 2014’e kadar Kabuki tiyatrosunda Zenne olarak oynayan Kikuo’nun öyküsünü anlatıyor. Yazar Shûichi Yoshida’nın romanından uyarlanan filmin başrollerinde Ryô Yoshizawa, Ryûsei Yokohama, Ken Watanabe, Shinobu Terajima ve Mitsuki Takahata yer alıyor. Film, Cannes Film Festivali’nde “Yönetmenlerin 15 Günü” kapsamında dünya prömiyerini yaptı ve ardından Türkiye’de ilk kez Filmekimi kapsamında izleyiciyle buluştu. Hikâyeye geçmeden önce bir not: Bu film Japonya’nın Oscar adayı. Şimdi gelin, size hikâyeyi ve detaylarını yavaşça anlatayım.
1964 yılındayız. Nagazaki kentinde Kikuo’nun babası yakuza çeteleri tarafından öldürülür ve Kikuo, babasının ölümünden sonra ünlü bir Kabuki oyuncusunun yanına evlatlık verilir. Kikuo, Kabuki oyuncusunun oğlu Shunsuke ile birlikte geleneksel Japon tiyatro sanatını öğrenmeye başlar. İki genç, skandallar, zaferler, dostluk, ihanet, rekabet ve kardeşlikle dolu bir yolculukta büyür ve olgunlaşır.

Kokuho: Suç Dünyasından Sahneye
Film, 1964’ten 2014’e uzanan bu yolculukta neler yaşandığını gösteriyor. Tiyatro uğruna iki oyuncunun çırpınışını, sevdiklerini geride bırakışını, kaybettiklerini ve bazen yardım eli uzatışlarını görüyoruz. Kısacası film, fedakârlığı, gözyaşını, acıyı, sadakati, sevgiyi, yüzleşmeyi ve desteği işliyor. Bunu da sözsüz danslar, değişen ses tonları, mevsimler, atmosfer ve iki karakterin yaşlanmalarıyla hissettiriyor. Yani film, tam anlamıyla bir şiir okur gibi izleniyor.
Senaryosu da başlı başına bir tiyatro, bir şiir gibi. Yaklaşık 2 saat 54 dakikalık bu şiirsel hikâyede gördüklerim bana tamamen sahici geldi. Kikuo’nun tiyatro yaparken çektiği acılar, iki insanın ayrı yollara düşüp sonra yeniden bir araya gelmeleri, çıkan skandallar, entrikalar, ihanetler, dost kazıkları — hepsi sahici. Diğer yandan filmdeki tiyatro performansları da etkileyici. Gerçekten de bir kez daha ve mümkünse daha yavaş izlenmeyi hak eden bir film.
Teknik yönünden çok bahsetmeyeceğim çünkü filmin görselliği, performansları ve kamera açıları zaten kendi başına muazzam. Görüntü yönetmenliği, Blue Is the Warmest Color / La Vie d’Adèle (2013), Timbuktu (2015) ve It Must Be Heaven / En Shita Kama fi el-Sama (2019) filmleriyle tanınan Tunuslu görüntü yönetmeni Sofian El Fani’ye emanet edilmiş. El Fani, Nagazaki’nin ve tiyatro sahnesinin hem puslu hem de çiçek gibi açan renklerini ustalıkla boyamış. Kamera açıları ve yakın planlar, bir portre çizer gibi dikkatle seçilmiş. Renkler, filmin atmosferi içinde hem canlı hem de puslu; her bir renk skalası ayrı bir hikâye anlatıyor.
Müzikleri, melodisi ve ses tasarımı da oldukça başarılı. Gözümü kapatıp dinlesem, bir hikâye dinliyormuşum gibi olurdu. Ses tasarımını yapan kişiyi bulamadım ama Marihiko Hira’nın bestelerini yürekten tebrik ediyorum. Filmde oyuncuların hem tiyatro sahnesinde hem de film boyunca kullandıkları ses tonları da son derece dengeli. Müzik tarafını da açıkçası çok beğendim.
Filmin en önemli unsurlarından biri olan oyunculuklara geçelim. Kikuo rolündeki Ryô Yoshizawa’yı ve Shunsuke rolündeki Ryûsei Yokohama’yı yürekten tebrik ederim. İkisi de gerçekten sınırlarını sonuna kadar zorlamış. Hocası Hanjiro Hanai’yi canlandıran Ken Watanabe’ye (Inception ve The Last Samurai filmlerinden tanıdığımız) ayrıca parantez açalım; canavar ruhlu, zalim ama iyi kalpli bir öğretmeni mükemmel oynamış.

Kokuho: Suç Dünyasından Sahneye
Uzun lafın kısası, Kokuhô, sinemayı seven, tiyatroyu seven ve Japon sinemasına ilgi duyan herkesin şans vermesi gereken bir film. Suç dünyasından tiyatro sahnelerine uzanan bu yolculuk, yalnızca bir sanat hikâyesi değil; aynı zamanda insanın kendi yaşamını ve varlığını sorguladığı derin bir anlatı. Bana göre bu film, Filmekimi’nde izlediğim üç filmin en iyisiydi.