Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleriWake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Yazar: Şeyda Taşkıner
Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası
Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Rian Johnson’ın fenomen whodunit filmlerinin en yenisi Wake Up Dead Man: A Knives Out Mystery, geçtiğimiz cuma Netflix kütüphanesine eklendi. Ana karakter olarak sabit kalmasına alıştığımız Benoit Blanc’a yetenekli aktör Daniel Craig tekrardan hayat verirken, yeni filmin odağındaki taze yüzler arasında Josh O’Connor, Josh Brolin, Glenn Close, Cailee Spaeny ve Andrew Scott gibi yıldız isimleri izliyoruz.

İlk etapta önceki filmlerle kıyaslandığında tonun çok daha ciddileştiği ve oldukça kasvetli bir yapıya büründüğü dikkat çekse de Johnson’ın oyuncu tabiatından hiçbir şey kaybetmediğini çok geçmeden anlıyoruz. Filmin konusu bu kez karşılaşmaya alışkın olmadığımız türden iki kilise görevlisinin farklı şekillerde dâhil olduğu bir cinayet soruşturması etrafında şekilleniyor ve din, inanç, günah ve bağışlama gibi kavramların nasıl bilindiği, nasıl içselleştirildiği ve nasıl araçsallaştırıldığı sorgulanıyor.

Geçmişte işlediği büyük bir suçun yarattığı ağırlığı “dünyaya hizmet ederek” hafifletebileceğine inanarak din görevlisi olan Jud Duplenticy (Josh O’Connor), hayatına bu doğrultuda yön vermeyi amaçlıyor. Yaşadığı varoluş krizi ile kefaret pratiği arasında kurmaya çalıştığı denge, yeni görevlendirildiği kilisede işlenen bir cinayetin en şüphelilerinden biri hâline gelmesiyle sağlam bir şekilde sarsılıyor ve inancı da onun için güvenli bir sığınak olmaktan çıkıyor.

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Anlatı, küçük bir kilisede rütbesi yüksek bir papaz olan Jefferson Wicks’in (Josh Brolin), Good Friday töreni sırasında imkânsız denebilecek bir şekilde öldürülmesiyle hareketlenmeye başlıyor; ortada doğrudan cinayeti işleyen bir şüpheli görünmezken, onu sırtında kanlı bir bıçakla yatarken bulan kişi de rahip Jud oluyor.

Benoit Blanc ve yerel polis şefi Geraldine Scott’ın (Mila Kunis) sırlarla dolu bir topluluğun içinde birlikte yürüttüğü soruşturmada Jud, önceleri baş şüpheli konumundayken ilerleyen süreçte Blanc ile arasında neredeyse bir Sherlock–Watson dinamiği kuruluyor. Bu ilişki, filmin düşük seyreden anlatısal temposunu biraz yükseltiyor hem de seyir keyfini belirgin şekilde artırıyor. Filmin basit bir cinayet faili aramakla yetinmeyerek din kurumunun yozlaşması üzerine sarsıcı keşifler sunmasında, bu ikili arasında gelişen dinamikler büyük bir rol üstleniyor.

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Oyunculuk tarafında Josh O’Connor, Glenn Close ve Josh Brolin’in performanslarını olağanüstü başarılı bulurken, aynı şeyi filmin kalan oyuncu kadrosu için söylemem ne yazık ki mümkün değil. Andrew Scott ve Jeffrey Wright gibi, varlıklarıyla dahi sahneye ağırlık katabilen iki güçlü oyuncunun bu denli işlevsiz ve yüzeysel rollere uygun görülmüş olmaları benim için büyük bir hayal kırıklığı. Anlatıya da tematik derinliğe de teğet geçecek şekilde konumlandırılan karakterleri canlandırmaları, bu isimlerin potansiyelinin neredeyse tamamen harcanmasına neden olurken dramatik ağırlığın adil dağılmaması da seyircilerin beklentilerini boşa çıkarıyor.

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Bunun yanında Jeremy Renner ve Mila Kunis gibi uzun zamandır ortada görünmeyen isimleri tekrardan vitrine çıkarma arzusu da hikâyenin ihtiyaçlarının önüne geçen yanlış bir tercih gibi görünüyor. Bu oyuncuların varlığı, yalnızca kalabalık bir kadro izliyormuşuz hissi yaratmakla sınırlı kalıyor. Dahası, performansların büyük ölçüde yüzeysel hissettirmesi, anlatıdan çıkarıldıklarında geriye kayda değer bir boşluk bırakmayacak olmalarıyla daha da görünür hâle geliyor.

Neyse ki film, görsel dünyasıyla bu performatif aksaklıkların bir kısmını telafi etmeyi başarıyor. Bilinçli bir şekilde bastırılmış renk paleti, loş ve gölgeli ışık tercihleri, dar kadrajlar ve kilise mekânlarının beslediği gotik atmosfer, filmin temaları göz önünde bulundurulduğunda son derece tutarlı ve ne yaptığını bilen bir çizgide ilerliyor. Özellikle tören sahnelerinde karşılaştığımız simetrik kompozisyonlar ve sabit kamera tercihleri, anlatıya neredeyse törensel bir ağırlık kazandırıyor. Böylece film, belli başlı pürüzlerine rağmen atmosfer kurma konusundaki istikrarıyla seyirciyi bu karanlık dünyanın içinde tutmayı başarıyor.

Not düşmem gerekirse Wake Up Dead Man, serinin ilk filminin gölgesinde kalıyor belki ama ikinci film Glass Onion’a kıyasla çok daha derli toplu, özgün ve cesur bir iş. Anlatının yer yer sendelediği doğru olsa da Rian Johnson’ın tonu değiştirmekten korkmayan, türün belirlenmiş çerçevelerinin dışına çıkan risk alma hâli anlatıyı diri tutan unsur oluyor. Böylece Wake Up Dead Man, hem izlenmeye değer hem de akıllarda uzun süre kalacak bir yapım olarak öne çıkıyor.

Sonraki yazılarda görüşmek üzere!

Wake Up Dead Man: Benoit Blanc’ın En Sessiz Dosyası

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...