Nilgün: Usta Şairi Aynı Masada Oturanlardan Dinlemek
Nilgün, 2025 yılında yapılan ve Tolga Oskar’ın yönetmenliğini ve senaryosunu üstlendiği bir belgesel. 36. Ankara Film Festivali’nde bir başka şair filmi olan Gazzeli Bir Şair ile birlikte izleyiciyle buluşan film; Nilgün Marmara’nın kısa ama yoğun yaşam öyküsünü, onu gerçekten tanıyanların –aynı rakı masasında oturmuş, aynı havayı solumuş şairlerin– tanıklıklarıyla aktarıyor. Bu birinci elden anlatımlar, Nilgün Marmara’nın şiirinin ardındaki kırılganlığı, neşeyi, arayışı ve derin içsel çalkantıları bugüne taşıyan en güçlü unsur hâline geliyor. Belgeselin en büyük etkisi de tam burada ortaya çıkıyor: Nilgün’ün sesini, onunla aynı masada oturmuş insanların gözlerinden yeniden duyuyoruz.
Belgesel; edebiyatın usta isimleri Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Edip Cansever, Tomris Uyar ve Tevfik Akdağ gibi, günümüzde hâlâ büyük bir saygınlıkla anılan şair ve yazarlarla Nilgün Marmara’nın kurduğu yakın ilişkileri, hayatta olan şairlerin tanıklıklarıyla aktarıyor. Nilgün’ün mor renge olan tutkusundan, yaşamının son dönemlerine; asla göstermek istemediği şiirlerinden intihar ettiği bölgeye kadar uzanan tüm detayları izleyiciye sunarak hem kişisel dünyasına hem de dönemin edebiyat atmosferine dokunan derinlikli bir portre çiziyor.

Belgeselde bazı olaylar canlandırılarak seyirciye gösteriliyor. Bu durum kimi anlarda gerçeklik hissini kısa süreliğine zayıflatmış olsa da genel olarak anlatıya dinamizm katarak izleyici üzerinde olumlu bir etki bırakmış. Özellikle teknik açıdan bu canlandırmaların siyah beyaz olarak gösterilmesi, etkiyi en vurucu kısım hâline getiren bir tercih olmuş.
Beni derinden etkileyen kısımlardan biri belgeselde anlatılan bir anıydı. Hangi şairin anlattığını hatırlamıyorum ama hikâye şöyleydi:
“Evde oturuyorduk, rakı içiyorduk. İlhan Berk, Cemal Abi (Süreya) filan vardı. Nilgün’e ‘Getir de artık şu şiirlerini bir okuyalım; neler yazıyorsun bir bakalım.’ dedi. Nilgün de ‘Siz yazıyorsunuz, ben okuyorum.’ dedi.”
Bu anın beni neden bu kadar etkilediğini tam olarak bilmiyorum; ancak Nilgün Marmara’nın yaşadığı içsel kimlik arayışına, bunalımlarına ve duygu karmaşasına rağmen bunları hiç belli etmeden sürdürdüğü o espritüel hâli gözlerimin dolmasına neden oldu. Onun bilinmeyen yönlerini, anılarını; arkadaşlarından, ona eskiden âşık olanlardan dinlemek o kadar güzeldi ki belgeselin her sahnesinde tüylerim diken diken olarak izlediğimi söyleyebilirim.

Şairin hikâyesini, yazdığı her dizedeki sessiz çığlıkları; arkadaşlarının her biri o kadar içten bir anlatımla dile getiriyor ki sanki anılar daha geçen hafta olmuş, üzerinden 40 sene geçmemiş gibi yaşıyorlar. Her biri anlatırken gözyaşlarına hâkim olamıyor.
Belgesel hakkında teknik açıdan ağır bir eleştiri yapmayacağım; ancak ses tasarımı üzerinde mutlaka çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle bazı sahnelerde audio level ayarlarının kurgu aşamasında doğru yapılmadığı ve hoparlörden “patlak” bir tınıyla çıktığı fark ediliyor. Her röportajda olmasa da belirli kısımlarda duyulan bu ses bozulmaları dikkatimi çeken önemli bir eksiklikti. Edit sürecinde dB meter’ın muhtemelen red line seviyesinde bırakılması ve gerekli temizliğin yapılmaması bu soruna yol açmış gibi görünüyor. Bu detayın düzeltilmesi, belgeselin teknik bütünlüğünü çok daha güçlü kılabilirdi.

Sonuç olarak Nilgün, ufak teknik sorunların dışında her şeyiyle çok başarılıydı. Işık, renk, kurgu dili… Belgeselin özellikle açılışında kullanılan gölge–ışık dengesi, renk kontrastı ve daktilo estetiği taşıyan Courier yazı fontu, sahneye hem nostaljik hem de derin bir atmosfer kazandırıyor. Bu özenli kurgu ve görsel dil, adeta bir şiirin ritmiyle ilerleyerek belgeseli sıradan yapımlardan ayıran, kendine özgü bir imza niteliği taşıyor. Hayatıma, izlediğim en başarılı belgesellerden biri olarak dahil oldu. Ankara Film Festivali’nde özellikle Nilgün Marmara’yı seven bütün izleyicilerin mutlaka görmesi gereken bir belgesel olduğunu düşünüyorum. Emeği geçen herkesi tebrik ederim.
Puan: 4.0