Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk: Vahadan Bir Tragedya
İlk olarak Ingeborg Bachmann’dan biraz bahsettikten sonra filme geçmek istiyorum zira gerçeklik döngüsüne yakınlığıyla tanıdığım, çeşitli şehirlere seyahat eden ve uzun yıllar Roma’da yaşayan Avusturyalı yazar, ulusal ve bölgesel bilinirliğini her ne kadar radyo tiyatroları ve şiirleriyle sağladıysa da ülkemizde olan değerini ilk ve tek romanı ‘Malina’ ile sağlamıştır. Genelde Wittgenstein’da derinleştiğini anlamak pek zor değil fakat Heidegger tezinin de ün kaynağı olacak derece iyi olduğunu da öğrenmekle varoluşçuluğunu keşfetmiş oluruz. Bachmann, dahi nitelikleriyle ön plana çıkmış bir yazar olmasının yanı sıra asıl ilgi çeken tarafı, sınırlara pek inanmadığı yaşayışını, edebi üslubuna da taşıması. Dilde deneysellik veya dilsel deneysellik, epey kafa yorduğum ve çoğu Alman yazarın da dillerinin buna müsait oluşu nedeniyle yeltendiği bir uğraş. Bachmann, bunu derin dünyasıyla birleştirerek müthiş bir ustalıkla yapan sayılı yazarlardan. Filmin uyandırdığı veya uyuşturduğu ne varsa benzer bir beceriyle sunulmaya çalışıldığı çok aşikâr. Her ne kadar ortak yapım olduğundan kaynaklanan bir zenginlik olsa da Margarethe von Trotta gibi bence eşsizlik fakat kimine göre boğuculuk üzerine icraat gösteren bir yönetmenle çalışılsa da veya kostümün ve sanat ekibinin çizgilerinin kalınlaştığı bir görsellik şöleni sunulsa da, filmi asıl hissî kılan Vicky Krieps performansıdır. Kendisini Daniel Day-Lewis ile olan Phantom Thread filminden hatırlıyoruz, o projedeki oyunculuğuyla da övgüyle sıfatlandırılmıştı. Fakat buradaki Bachmann izleri, çok keskin aynı zamanda çok yumuşak ve çabasız biçimiyle etkileyiciydi.
Film Ingeborg Bachmann ile İsveçli yazar Max Frisch’in Paris’te, ikisinin de kariyerlerinin yükseliş dönemindeyken tanıştıkları dönemi ve zamanla birbirini aç bırakan ve besleyen bir ilişkiye dönüşmesini konu alıyor. Bu ilişkinin evrelerini ve köşelerini Bachmann üzerinden izliyoruz. Kendisini tüketen, yazın hayatını yavaşlatan hatta zaman zaman durduran, aralıksız ısırıldığı bir ilişkinin onu nasıl zedelediğine ve zelzeleden düşen parçalarını nasıl topladığına tanıklık ediyoruz. Filmde geçen Ingeborg’un, doktoruna yazdıklarından bir parça okumasıyla da bu ilişkinin yansımalarını rahatça görebiliyoruz:
“ – Kadınları öldürüyorlarmış. Bir sürü zavallı kadın. Daha fazla cinayet işlenmesini engellemek istiyorum. Sonra fark ediyorum ki, sessiz kalan her kadın, aslında bir şeyden korkuyormuş. Üç köpeğin bize doğru yaklaştığını görüyoruz. Ama iki tanesi aşırı hızlı konuşuyor. Yanımıza hemen varıyorlar. Üçüncü köpek de bir cins buldok. O an aklıma şöyle bir şey geliyor: Belki de cinayetleri işleyen bir insan değildir, bu köpeğin ta kendisidir.
– Köpeğin bir adı var mı?
– Max”
Filmin isminde bahsi geçen çöl, Mısır’a olan seyahatinde, kendisini iyi ettiğine inandığı, (bizzat kendim de o çöle gittiğim için aşina olduğum) oranın büyüleyici ve kendi deyimiyle temkinsiz, tehlikeli oluşunu iyileştirici bulduğu bir çöl. Hikâye için bu çöl, bir çatı niteliğindeydi, ki sahnelerde duyduğumuz Bellini ve Mahler de üstüne bir baca gibi yerleşerek mükemmeliyeti yakalamaya daha da yaklaştırmıştı sahneleri. Bütün şehirler, titizlikle gösterilmekten çok resmedilmişti, şehirlerin ruhu ya sergileniyor ve tanımak için vakit veriliyor ya da sözlerle betimleniyordu. Özellikle Ingeborg’un radyo seslendirmelerinin olduğu sahneler, kendisinin okumalarından da bildiğim o sadelik ve şairane deliliği barındırıyordu.
Filmin narratif yani anlatımsal olarak eksiklikleri, daha doğrusu hiç değinmediği dönemler de var tabii ki. Mesela mektuplaştıklarını bildiğimiz ve hayli patolojik bir örüntüde ilerleyen yazışmaların şahsı olan Paul Celan’dan hiç bahsedilmiyor oluşu. Ya da Bachmann gibi derinlemesine 1. Dünya Savaşı sonrası toplum betimlemeleri yapan ve detaylı tahlillerinin izlerini gördüğümüz parçaları kaleme alan yazarın, yalnızca ikili ilişkiler ve kadınlık algısının tekdüzeliği gibi konuların yegâne derdi gibi gösterilmesi. Veya Max Frisch’in, kendisinin de yarattığı benliğin aksine egolarından ibaret bir insan oluşundan çok, ne kadar düz ve tekin bir yazar olduğu üstünde duruluşu. Bütün bunlar, Ingeborg Bachmann’ın duygu ve edebî dünyasına bu filmden sonra tanıklık etmek isteyenler için hayli saklı kalıyor. Fakat saklı olanı çıkarma gayreti de olduğu yerde bırakma seçimi de inisiyatif timsali elimizde. Filmin ilk sahnelerinden sizi düşünmeye iten bir cümleyle bırakıyorum:
“Doğal kıskaçları kaldırma eğilimi herkeste vardı, ancak bunu yapınca dünyada tutunacak bir dalları kalmadığını fark ettiler.”
Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk: Vahadan Bir Tragedya