Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Guillermo del Toro’nun yapım aşamasına taşımak için yaklaşık otuz yıldır beklediği Frankenstein uyarlaması, 7 Kasım Cuma günü Netflix kataloğuna eklendi. Filmin başrollerinde Oscar Isaac, Jacob Elordi ve Mia Goth yer alıyor. Kadroda dikkat çeken diğer isimler arasında Christoph Waltz ve Charles Dance da bulunuyor.
Mary Shelley’nin 1818 yılında, yalnızca on sekiz yaşındayken kaleme aldığı Frankenstein veya Modern Prometheus, bilim kurgu türündeki ilk roman olmasıyla edebiyatın öncül başyapıtlarından sayılmasının yanında, benim de dünyada en sevdiğim romanlardan biri. Bu yüzden, kendisi için de çok önemli bir yerde olduğunu söylediği bu yapıt için Guillermo del Toro’nun daha özenli olmasını gerçekten çok isterdim.
Aslında yapım için “özensiz” demek biraz haksızlık olacaktır muhtemelen; tutkuyla yapılmış bir iş olduğu ortada. Ancak kaynak materyale bir saygısızlık olarak ortaya çıktığı da yadsınamaz bir gerçek, ne yazık ki. Mary Shelley’nin 1818 versiyonu ile yıllardır “çok içli dışlı” olduğunu söyleyen Guillermo del Toro, her ne sebeptense hikâye ve karakterler için daha özgün bir yoldan ilerlemeyi tercih etmiş ve senaryo üzerinde yaptığı her seçim ve değişiklikle Shelley’nin mirası olan yapıttan olabildiğince uzaklaşmış görünüyor. Del Toro, eserin bilim tarafına olabildiğince ağırlık verirken, kurgu kısmında gereğinden fazla özgür davranarak metnin temel dinamiklerini görmezden geliyor.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Elbette bu, yönetmenin özgür iradesiyle ve kendi istekleri doğrultusunda oluşturduğu bir vizyon; isteyen Del Toro’nun versiyonunu beğenir, istemeyen beğenmez. Ancak bu durumda “based on” ifadesiyle birlikte eserin isminin doğrudan kullanılması, bence artık ahlaklı bir seçim dahi değil. Bu rahatlığın da telif yükümlülüklerinin ortadan kalkmasının getirdiği özgürlük hissine bağlı olduğunu düşünüyorum. Söz konusu bu kadar köklü ve tarihsel değeri yüksek bir metin olunca, bu kadar serbest bir uyarlamanın yarattığı hayal kırıklığını gizlemek de mümkün olmuyor.
Del Toro’nun Frankenstein’ında bazı unsurları tamamen değiştirmesinin veya görmezden gelmesinin korkunç sonuçları var ve bunlar, yıllar boyu adeta bir arketip hâline gelmiş bu karaktere ve esere biraz bile aşina olan seyirciyi ya da okuyucuyu doğal olarak huzursuz ediyor. Çünkü Shelley, modern insanın kendi yarattığı canavarla mücadelesini destansı bir şekilde anlatırken istemeden yepyeni bir edebi türü icat etmişti. Metinde değer yargıları, bilimin etik sınırları, yaratıcı–yaratılan arasındaki gerilimli bağ, toplumsal cinsiyet, sosyal sorumluluk, ebeveynlik gibi son derece önemli temalar bulunur.
Del Toro’nun uyarlamasında ise bu temaların büyük kısmının karakter ve olay örgüsündeki radikal değişikliklerle adeta halının altına süpürülmesi, anlatıyı yavan bir “Oidipus kompleksi” melodramına indiriyor. Shelley’nin kurduğu evrenden bu kadar uzak bir eser ortaya koyarken ismini bu kadar rahat kullanması da böylelikle tartışmalı hâle geliyor.
Filmin ardından Netflix’te izlediğim Frankenstein: The Anatomy Lesson belgeselinde Del Toro ve film ekibi tarafından, adeta kendi içlerini rahatlatmak adına, bu durumun sürekli “yönetmenin kitaba sadık kalırken kendi sinemasal üslubunda yorumladığı” şeklinde abartılı bir tutkuyla vurgulandığını görüyoruz. Bana sorarsanız, bir eserin tüm ilgi çekici ve çok katmanlı yanlarını katletmeyi, uyarlanan esere “farklı bir bakış açısı kazandırmak” olarak değerlendirmezdim.
Bunun yanında Del Toro, Mary Shelley’nin es geçtiği canavarın yaratılış kısımlarını anlatıya eklemiş olmakla övünüyor. Victor Frankenstein’ın ceset parçalarını bir araya getirmesi, birleştirmesi gibi, canavarın ortaya çıkma aşamalarını uzun uzadıya izliyoruz. Ameliyat sahnesindeki onca ceset parçasının etkileyici olduğu doğru —ekibin de belgeselde övündüğü gibi— ancak Del Toro’nun bunun anlatıya görsellik dışında nasıl bir katkı sağladığını pek kestiremiyorum.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Del Toro’nun Victor’ın aile dinamiklerini, çevresindeki son derece önemli karakterleri değiştirip birçoğunu tamamen ortadan kaldırarak yerlerini farklı karakterlerle ve olay örgüleriyle doldurma girişimi anlaşılabilir olmaktan çok uzak. Ancak daha da önemlisi, Frankenstein ve canavar arasındaki dinamik o kadar yabancılaştırılmış ki bir noktada film tamamen hoş görülemeyecek bir seviyeye ulaşıyor ve seyircinin sabrını ciddi anlamda sınamaya başlıyor.
Örneğin Victor’ın canavarı “akılsız” olmakla suçlamaya başlaması ve bunu aralarındaki ana sorun hâline getirmesi, Shelley’nin romanında oldukça kritik bir durumken filmdeki Victor’ın yarattığı canavardan neredeyse dünyadaki herkesin haberdar olması, anlatının orijinaline olağanüstü derecede sadakatsizlik taşıyor.
Ayrıca Shelley’nin ana karakterinin, canavarın yaratıcısı olmanın sorumluluğunu yüklenmesiyle hissettiği yoğun suçluluk duygusu romanın tamamında büyük bir öneme sahipken, bu durum filmde tamamen göz ardı ediliyor. Victor yalnızca acele etmiş olmaktan dolayı yüzeysel bir pişmanlık duyuyor. Aslında ortada suçluluk duyması gereken pek fazla bir durum da yok, çünkü buna zemin hazırlaması beklenen karakterler ve olaylar zaten ortadan kaldırılmış durumda.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Bana kalırsa senaryo, bu yapımın sözünü verdiği şekilde “sadık” bir uyarlama olamamasının dışında da oldukça başarısız ve yüzeysel kalıyor. Diyalogların basitliği, abartılı monologlar, olay örgüsünün rastgele akışı… Öyle noktalar geliyor ki kan ve vahşet içeren bazı sahneler görmezden gelindiğinde bu yapımın hedef kitlesinin çocuklar olabileceğini düşündürüyor. Örneğin canavarla Mia Goth’un canlandırdığı Elizabeth (romandaki Elizabeth’le tek ortak noktası ismi) arasında aniden gelişen sevgi bağı o kadar zorlama ve “Disney-vari” hissettiriyor ki seyirci ister istemez ciddiye alınmadığını düşünüyor.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
“Frankenstein” ismi birçok insan tarafından canavarın ismi olarak bilinir ve bu aslında ironik bir durumdur; çünkü isim vermeye dahi layık görmediği canavarın yaratıcısı olan Victor Frankenstein, olay akışında hikâyenin asıl canavarına dönüşür. Ancak Mary Shelley’nin bunu okura asla doğrudan söylemesine gerek kalmaz; zaten anlatısından bu yorum kolaylıkla çıkar. Del Toro’nun versiyonunda ise başka bir karakterin bunu Victor’a doğrudan söylediği bir sahne var ki, seyircinin yüzüne güçlü ve beklenmedik bir “cringe” dalgası olarak öyle şiddetli çarpıyor ki, bu modern uyarlamaya olan bir gram saygı da işte tam olarak o noktada kayboluyor.
Bunların yanında filmin çözüm kısmında, yaşanan onca trajik olaydan sonra hikâyenin “affetmenin ne kadar erdemli ve onurlu bir davranış olduğuna” dair bir mesajla sona ermesi de oldukça gülünç geliyor bana. Çünkü Mary Shelley’nin Frankenstein’ı asla ama asla bu değil. Yakınından dahi geçmiyor.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Teknik tarafa geldiğimizdeyse, neyse ki senaryo kısmındaki kadar negatif yönde eleştirmemeye çalışacağımı umuyorum; çünkü bazı noktalarda gerçekten yoğun emekler verildiği gözümden kaçmıyor. Bunlar arasında sanırım en çok öne çıkan, set tasarımından sorumlu olan departman. Hem iç hem de dış mekânlar o kadar özenli ve gerçekçi inşa edilmiş ki bir stüdyoda çekildiğini zaman zaman oyuncular dahi unutmuş.
Bazı görkemli yapıları hayata getirmek için ortaya çıkarılan minyatür maketlerin yanında, hikâyenin başlayıp bittiği, canavarla yaratıcının son kez yüzleştiği o devasa gemiyi dizayn ekibi tamamen baştan yaratmış. Filmi izlerken senaryo tarafına duyduğum öfkeden bunları biraz göz ardı ettiğimi fark ettim ancak belgeselde bu detayları öğrendiğimde prodüksiyon ekibine hayranlık duymadan da edemedim.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Bunun yanında Jacob Elordi’nin canavar olarak ortaya koyduğu performans da gerçekten inanılmaz derecede başarılı. Oyuncu, canavar için kullandığı ses tonu ve minimal mimikleriyle karakteri ön plana çıkarırken kendisini tamamen görünmez kılmayı başarıyor. Yetenekli aktör, yapım aşamasından hemen önce Japon çağdaş danslarından Butoh’u öğrendiğinden bahsediyor. Bu teatral dans, insanın tüm hareketlerini içselleştiren, kişinin akciğerlerinin nasıl hareket ettiğine dair farkındalık kazandıran özel bir teknik. Elordi’nin bu tekniği, canavara hem fiziksel hem de duygusal bir ağırlık kazandırmak için özenle çalıştığı anlaşılıyor. Özverisi, filmde yer alan diğer oyuncular tarafından da sıkça övülüyor. Elordi’nin canavar makyajı da yaklaşık on iki saat sürüyormuş. Bu da karakterin perdedeki varlığının neden bu kadar etkileyici göründüğünü açıklayan etkenlerden biri.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Senaryo olabildiğince zayıf ve ana metinden uzaklaşmış olsa da Elordi’nin canavarını izlemek oldukça keyifliydi. Canavarın perspektifinden tanık olduğumuz ikinci kısım, filmde Shelley’nin romanına en çok sadık kalınan yerler olabilir. Canavarın Victor’dan uzaklaştıktan sonra bir çiftlik evinde gizlenip orada yaşayan aileyi gözlemleyerek insanlığı ve hayatı öğrendiği, kimsesizlik ve sevgisizlik duygularını hissederek “insanlaşmaya” başladığı kısımlar oldukça etkileyici. Elordi’nin performansı, bu karmaşık duygusal dönüşümü izleyiciye aktarırken filmdeki etkileyici çok az sahnenin neredeyse tamamını tek başına sırtlıyor.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Diğer oyuncular arasında benim için öne çıkan, bahsetmeye değecek bir performans yoktu sanıyorum. Normalde olağanüstü yetenekli bulduğum Christoph Waltz’un, hikâyede öylesine var olan, herhangi bir derinlik taşımayan bir karakteri canlandırması da filmle ilgili bir başka hayal kırıklığı olarak kaldı.

Frankenstein: Del Toro’nun Evreni Var, Ancak Shelley’nin Ruhu Yok
Toparlamak gerekirse Del Toro’nun Frankenstein uyarlaması, teknik açıdan bazı estetik başarılar ve detaylı prodüksiyon çalışmaları barındırsa da esasen ana metnin ruhuna ve karakterlerin derinliğine olan sadakatsizliğiyle öne çıkıyor. Yönetmen, romanın komplike temalarını ve psikolojik katmanlarını tamamen hiçe sayarak hem korku, hem trajedi, hem de drama yönünden benim açımdan başarısız bir yapım, özünü kaybetmiş bir uyarlama ortaya koyuyor.
Filmografisine baktığımızda, Del Toro’nun her zaman evren inşasına senaryodan daha fazla kıymet verdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu filmde de aynı yaklaşımı sürdürüyor. Yakın zamandan başka bir örnek olarak Robert Eggers’ın Nosferatu’suna gelen olumlu yorumlara bakarak da söyleyebilirim ki kimi seyircinin çok hoşuna giden bir durum bu. Ben edebiyatla içli dışlı bir izleyici olarak, yalnızca kostüm ve dekorla “döneme” sadık kalırken asıl hikâyeyi umursamazlıkla değiştirip dönüştüren uyarlamalardan açıkçası rahatsız oluyorum.

Nosferatu (2024)
Bana kalırsa bu tarz gotik başyapıtların Hollywood kodlarıyla süslenerek izleyiciye sunulması onları otomatik olarak başarılı hâle getirmiyor. Ayrıca sosyal medyada, Eggers ve Del Toro’nun yapımlarını hayranlıkla tüketip, Emerald Fennell’ın önümüzdeki yıl beyaz perdede izleyeceğimiz Wuthering Heights uyarlamasını taşlamak için hazırda bekleyen birçok yoruma da şahit oluyorum. Bu seçici öfkenin arkasındaki toplumsal alt metni gözden kaçırmak çok zor.
İzlediğimiz ve izleyeceğimiz bu benim açımdan başarısız uyarlamalar yerine, daha başarılı yapımlara göz atmak isterseniz siz Ekranom okurlarına 1931 yapımı Frankenstein’ı, Werner Herzog’un 1979 yapımı Nosferatu the Vampyre filmini ve Andrea Arnold’ın 2011’de uyarladığı Wuthering Heights’ı kesinlikle tavsiye ediyorum.
Sonraki yazılarda görüşmek üzere!