The Woman Who Ran (İKSV Özel)
Başarılı yönetmen Hong Sang-soo’nun yönetmenliğini, senaristliğini, yapımcılığını, düzenlemesini hatta müziklendirmesini bile tek başına üstlendiği filmi “The Woman Who Ran” İKSV Film Festivalinin mart ayı seçkisinde izleme fırsatı bulduğum 2020 Güney Kore yapımı dram filmi. 70. Berlin Uluslararası Film Festivalinde Altın Ayı için yarışılan ana yarışma kısmına seçilen film prömiyerini de Berlin’de gerçekleştirmiş oldu. Hong Sang-soo yarışmadan En İyi Yönetmen dalında Gümüş Ayı ödülü ile ayrıldı. Türkiye’de pandemi nedeniyle gösterimi 39. İstanbul Film Festivali galalarıyla birleştirilen Filmekiminde yapıldı.
The Woman Who Ran; sade, incelikli, duygusal, dramatik ve feminist bir karakter analizi sunmasının yanında Hong Sang-soo’nun kendine özgü sinemasındaki alışılan ögelerinden de parçalar taşıyor. Ben ne kadar bu ögelere ısınamamış olsam da çoğu izleyiciyi kendine hayran bırakan sık yapılan zoomlar, sahnelerin doğaçlama yapısını arttırıcı sabit kamera kullanımları gibi nüanslar hangi yönetmenin filmini izlediğimizi ilk sahnelerden hissettiriyor. Ayrıca Hong Sang-soo sinemasında ikili ilişkilerde mizahi yönünü elden bırakmayan acı-tatlı sohbetlere yönetmenin bu 24. filminde de rastlıyoruz.
Esas karakterimiz daha önceki Hong Sang-soo filmlerinden aşina olduğumuz Kim Min-hee oyunculuğundaki Gam-hee’nin beş yıldır evli olduğunu ve kocasıyla bu iş seyahatine kadar bir kez bile ayrılmadıklarını çok iyi biliyoruz, çünkü film boyu neredeyse tüm buluşmalarda yinelenen tek bilgi bu seyirci için. Gam-hee’nin kentin dışında yaşayan bir arkadaşının evine çat kapı gelmesiyle başlayan bu hikayemiz diğer üç arkadaşıyla da aynı spontanelikte görüşmesiyle devam ediyor. Karakterlerin birbiriyle olan geçmişini, yaşadıklarını, hikayelerini bilmiyoruz, aralarındaki diyaloglardan çıkarımlar yapıyoruz.
Film baştan sona gündelik ve doğaçlama diyaloglardan hatta çoğu zaman da kendini tekrar eden sahnelerden oluştuğu için gözüme çarpan, “buradan şu çıkarımı yapıyorum”, “burası çok önemliydi, dikkat kesildim” gibi söylemlerle detaylandırabileceğim bir noktası yok açıkçası. Baş kahramanımızın bile olaylara ve diyaloglara seyirci olduğu bir film bu. Arkadaşlarının yanına gitme sebebini, dört duvar arasında sıkışıp kalmış kendi yaşadığı tekdüze hayatın dışında neler yaşandığını görmeye, başka hayatları izlemeye olan merakıyla açıklıyorum. Bir kadının içsel bir yolculuğunu başka kadınların hikayelerini de dinleyerek izliyoruz. Uzun bir zaman sonra hayatında ilk defa özgürlükle tanışan ve bağlılıklarından, zorunluluklarından ilk defa kurtulmuş bir kadını görüyoruz. Filmin bu açıdan yüzeysel de olsa feminist bir tarafının var olduğu tartışılmaz. Fakat altı doldurulmayan herhangi bir politik duruş bana her zaman olduğu gibi bu filmde de çok çiğ geldi. Sadece kadınları ekrana taşımak, yüzeysel bir özgürlükten bahsetmek, kadınların gündelik dertlerini konuşmak ve aptal erkekleri çekiştirmelerini dinlemek beni ne kadar yer yer gülümsetse de sağlam bir feminist duruş ortaya koyan bir noktası olduğunu düşündürtmedi.
Filmin spontaneliği ve doğallığı özgün ve çarpıcı bir özellik, doğru. Çoğu eleştirmenlerce beğenilme sebebi de bu zaten. Fakat ben, uzun uzun sabit kameralı sahnelerin, doğaçlama duran diyalogların, “sanki yazılmamış gibi” oynanan senaryoların bir amaca hizmet etmediği sürece iyi bir mühendislikten başka bir sanat değeri olduğunu düşünmüyorum. Filmin tüm uzatılmış sahneleri benim için bir uyku hapı niteliğindeydi. Esnemekten kendimi alamadığım, kimsenin ihtiyacı olmayan gündelik diyalogların sinemada değil üçüncü dalga kahvecilerin masalarında kalması gerektiğine inanıyorum. Alt metni dolu olmayan, bir amaca bir fikre bir duruşa hizmet etmeyen, bir şeyler anlatmayan, seyircinin geçmişinde bir iz bırakmayacak çalışmaların yönetmenin kendi bilgisayarında “taslaklar” klasöründe kalması gerektiğini seyirciye bu şekilde 77 dakikalık bir acı çektirmenin de manasız olduğunu savunuyorum. Karakterleri beğendiğimi söyleyebilirim. Dertlerini içsel olarak kendimle ya da hayatımdaki başka karakterlerle ilişkilendirebildiğimi de görüyorum. Lakin iyi bir karakter analizi iyi bir hikayeyle paketlenmediği sürece anlamlı olur mu? Hikaye adına da neredeyse hiçbir unsur barındırmayan bu filmde yaptığımız karakter analizinin kime ne faydası olacağı da büyük bir soru işareti.
Kısacası The Woman Who Ran benim için 77 dakikada iki sert kahve tüketmeme rağmen uyukladığım ve filmi hızlandıramadığım için kıvrandığım bir eser oldu. Beğenen çok fazla eleştirmen ve izleyici görüyorum, belki sizin de fikriniz benden farklı olur. Filmi İKSV’nin çevrimiçi kataloğundan 12 marta kadar çevrimiçi olarak izleyebilirsiniz. Tüm renkleriyle ve hayatlarıyla tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutluyor ve hepinize iyi seyirler diliyorum. Yazar puanı: 30/100
The Woman Who Ran (İKSV Özel)
Aylin Şahin’in Diğer Yazıları İçin Tıklayın.